Nutuk, Vatan için

Nutuk 19. Bölüm ( Tevfik Paşa’nın teklifleri karşısında Büyült Millet Meclisi’nin kararı … Başkomutanlığı kabul ediyorum )

Paylaş; başkaları da faydalansın!

 

Tevfik Paşa’nın teklifleri karşısında Büyük Millet Meclisi’nin kararı

Londra Konferansı’na davet dolayısıyla, Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa Hazretleri ve Bakanlar Kurulu Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri ile İstanbul’da Tevfik Paşa Hazretleri arasındaki telgraf haberleşmeleri, Genel Kurul’da okunmak suretiyle Meclis’e bilgi verildi.

Tevfik Paşa Hazretleri tarafından ileri sürülen görüşler, memleketin bugünkü durumu üzerinde kendilerinin açık bir görüşe varmaktan pek uzak olduklarını, bize üzüntüyle gösterdi. İstanbul’da ateşkes anlaşmasından beri iki türlü hükümet biribirini takip etmiştir.

Biri Damat Ferit’in başkanlığı altında, çeşitli kimselerin katılmasıyla kurulan hükümetler ki, her ne pahasına olursa olsun, İtilaf Devletleri’ne karşı mutlak olarak boyun eğme düşüncesini temsil etmiş ve memleketin kendi hakimiyet haklarını devam ettirmek için yaptığı sürekli fedakarlıktan, düşmanlarla birlikte çalışmak suretiyle sonuçsuz bırakmayı özel bir politika haline getirmişti. Bu düşüncenin peşine takılanlar, memleketin kötülük ve hainliğe elverişli ne kadar nankör evladı varsa, hepsini kışkırtarak ve silahlandırarak milli savunmaya kendilerini adayan vatanseverler aleyhine hiç durmadan kullandılar.

İslam şeriatı adına yayınlanan sahte fetvaların, mirimiran (159) ünvanı ile mükafatlandırılan Anzavurlarla, vatanın bağımsızlığı ve savunması aleyhine, etrafa gönderdiği maddi ve manevi zehir ve fesat kuvvetlerine karşı, Anadolu aylarca çarpışmaya mecbur oldu. Onlar, düşmanlar hesabına cephelerimizi kaç defa arkadan vurdular.

Müslümanlığın ilk asrından beri şeref ve hak din adına cihat eden milletimiz, tarihimizin ilk günlerinden beri, devlet ve memleket ne zaman tehlikeye düşmüşse, kanını bol bol akıtmaktan geri durmayan milletimiz, bu defa muazzam vatandan arta kalan son parçada, son kaleye çekilmiş, en son savunmasını yaparken, hükümet adını alan heyetler, düşmanlar hesabına, düşman safları arasında kendi milletleri aleyhine çalışıyorlardı.

Bizans’ın son günlerinde, Fatih’in teslim davetine karşı Allah’ın bana bir emaneti olan bu memleketi, ancak Allah’a teslim ederim diye son Bizans İmparatoru’nun tahtına varis bir hanedandan gelen bugünkü halife ve sultanın hükümeti, esir olmamak isteyen milleti, kendi eliyle bağlayarak düşmanlara teslim etmeye çalışıyordu. Bu birinci safha, o hükümetlerin ve onlarla birlikte olanların bozguna uğramasıyla son buldu. İkinci türlü hükümet, Tevfik Paşa’nın başkanlık ettikleri heyettir.

 Bunlar, gaye bakımından Anadolu savunmasına taraftar olduklarını söylemekle birlikte, icraat bakımından, memleketin samimi olarak elde etmek istediği barışa asla affedilmeyecek bir gaflet ve inatla engel olmakta devam ediyor. Saltanat şurasında İtilaf Devletleri’nin uzattığı esaret belgesini ayağa kalkarak ve saygı göstererek kabul ve imza eden devlet adamları ve Ayan üyeleri, bütün memlekette hiçbir hak ve yetkiyi temsil etmeyen geçersiz bir kuvvet durumundadır.

Anadolu ve İstanbul, istiklal ile esaretin, hürriyet ile mahkumiyetin birbirine zıt ve ters düştüğü iki ayrı parça halinde kalmıştır.

Biz, memleketin esir edilmiş, iradesini kaybetmiş parçasını, hür ve müstakil olan kısma katmak istiyoruz. İstanbul’un devlet adamları, bütünü oluşturan ve bütün bir düşmanlık dünyasına karşı kendini şeref ve metanetle savunan hür kısmı, esir ve mahkum durumdaki küçük parçaya bağlamak ve katmak istiyorlar.

Bütün Anadolu’yu, hürriyet ve istiklaline aşık bütün memleket çocuklarını ve bugünkü zulüm görmüş İslam dünyasının ruhunu temsil eden Büyük Millet Meclisi, İstanbul’un hasta ve hürriyetten yoksun bir heyetine boyun eğmeyi, hiçbir zaman kabul edemez.

Meclis’imiz tarafından kabul ve ilan edilen ve bütün memlekette uyulan Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’muz gereğince, hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Milletin yasama ve yürütme gücü ise, onun gerçek ve tek mümessili olan Büyük Millet Meclisi’nde toplanır.

Bu temel ilkeler karşısında delegelerimizin İstanbul’a giderek oradan seçilecek bir heyete katılmasına ve oranın vereceği bir yetki belgesi ile dünyaya karşı milli davamızı savunmayı üzerine almasına imkan yoktur.

Eğer isterseniz fiili ve haklı olarak mutlak bağımsızlığı bulunan, bütün idari teşkilatı ile memleketi yöneten, ordularıyla doğuda ve batıda düşmanları ezerek memlekete barışın yollarını açan Meclis’imizin delegeler heyetini, memleketi temsil edebilecek tek heyet olarak tanırsınız. Yoksa, biz kendi heyetimizi kendimiz göndermek kararını zaten almış bulunuyoruz.

Bizce istenilen ve gerekli görülen, bu kararımıza verilecek cevabın, birtakım sözler değil, fiili davranışlar olmasıdır.


 159) Beylerbeyi.

Londra Konferansı’na katılmamız

Efendiler, Dışişleri Bakanı olan Bekir Sami Bey ‘in başkanlığı altında ayrıca ve müstakil bir delege heyeti kuruldu. Heyet, Londra Konferansı’na özel olarak davet edildiğimiz takdirde katılmak üzere ve bu arada geçecek zamandan da yararlanmak maksadıyla, Antalya üzerinden Roma’ya hareket ettirildi.

Heyetimiz, İtalya Dışişleri Bakanı Kont Sforza vasıtasıyla, konferansa resmen davet edildikleri kendilerine bildirildikten sonra Londra’ya gitmiştir.

Londra Konferansı, 27 Şubat 1921’den 12 Mart 1921’e kadar devam etti. Hiçbir olumlu sonuç vermedi.

İtilaf Devletleri İzmir ve Trakya’daki nüfus durumu ile ilgili olarak kendileri tarafından yapılacak bir araştırmanın sonucunu kabul edeceğimiz yolunda bizden söz almak istediler. Delege heyetimiz önce bunu kabul etmişti. Fakat Ankara’dan yapılan uyarı üzerine, sonradan, araştırmanın yapılmasını Yunan idaresinin buradan çekilmesine bağlamak teklifinde bulundu.

 İtilaf Devletleri’nin, Sévres Antlaşması’nın diğer hükümlerinin tarafımızdan samimiyetle ve itirazsız olarak uygulanmasını sağlamak istediği anlaşılmıştı. Delege heyetimiz bununla ilgili tekliflere de red niteliğinde cevaplar vermişti.

Yunan delegeleri araştırmayı hiç kabul etmemişlerdi. Bunun üzerine, İtilaf Devletleri, Türk ve Yunan delege heyetlerine bazı teklifleri içine alan bir proje vererek, hükümetlerinden, bu projeler için alacakları cevapların, Konferans’a bildirilmesini istemişlerdi.

Bizim delege heyetimize verilen projede, Sévres Antlaşması hükümlerinde yapılacak değişikliklerle ilgili şu noktalar vardı:

Bize bırakılan jandarma ve özel birliklerin sayısını bir parça artırmak.

Memleketimizde kalacak yabancı subayların sayısını biraz azaltmak. Boğazlar bölgesini biraz ufaltmak. Bütçemiz üzerine konmuş bulunan sınırlamaları biraz hafifletmek. Bayındırlık işleri ile ilgili imtiyaz verme hakkımız üzerine konmuş sınırlamaları da biraz hafifletmek. Bundan başka, adli kapitülasyonlar, yabancı postaları, Kürdistan… ile ilgili olarak Sévres tasarısında değişiklikler yapılmasını ümit ettirecek bazı belirsiz vaatler.

Bu teklifler projesinde, Ermenistan sınırlarının tespiti işi, Birleşmiş Milletler’in (160) göndereceği bir komisyona bırakılmakta idi. Sözde İzmir ili bize geri verilecekti.

Fakat İzmir şehrinde bir Yunan kuvveti bulundurulacak, İzmir ilinin güvenlik işleri, İtilaf Devletleri subayları tarafından idare edilecek, bu ildeki jandarma kuvveti, nüfus oranına göre çeşitli unsurlardan kurulacak, şehre Birleşmiş Milletler tarafından bir Hristiyan vali tayin edilecek, İzmir ili Türkiye’ye gelirinin çoğalmasıyla artacak bir yıllık vergi ödeyecekti.

İzmir ili için teklif edilen bu çözüm şekli, beş yıl sonra, taraflardan birinin isteği üzerine Birleşmiş Milletler’ce değiştirilebilecekti.


 160) Cemiyeti Akvam’ın: Milletler Cemiyeti’nin.

Delegeler daha yolda iken başlayan Yunan taarruzu

Efendiler, İtilaf Devletleri, delege heyetimiz vasıtasıyla yaptıkları tekliflerin cevabını almayı beklemeden, daha delegelerimiz yolda iken, Yunanlılar bütün ordusuyla ve bütün cephelerimize karşı taarruza geçtiler.

Görüyorsunuz ki Efendiler, Yunan taarruzu konferans ve sulh hikayesini bize zaruri olarak terk ettiriyor. Şimdi müsaade buyurursanız, size bu taarruzu ve sonucunu arz edeyim:

Yunan ordusunun Bursa ve doğusunda önemli bir grubu, Uşak ve doğusunda diğer bir grubu vardı. Bizim de kuvvetlerimiz, Eskişehir’in kuzey-batısında, Dumlupınar’da ve doğusunda olmak üzere iki grup halindeydi. Bundan başka, Yunanlıların İzmit’te bir tümenleri, bizim de ona karşılık Kocaeli Grubu bulunuyordu.

Yunanlıların Menderes boyundaki birliklerine karşı da birliklerimiz vardı. Yunan ordusunun Bursa ve Uşak grupları, 23 Mart 1921 günü ileri harekata geçtiler. İsmet Paşa komutasında bulunan Batı Cephesi birlikleri, arz ettiğim gibi, Eskişehir’in kuzey-batısında yığınak yapmıştı. Karar, savaşı İnönü mevzilerinde kabul etmekti.

Ona göre tedbir alınıyor ve hazırlıklar yapılıyordu. Düşman, 26 Mart akşamı, İsmet Paşa’nın işgal ettirdiği mevzilerin sağ kanadı ilerisine yanaştı. Ertesi günü bütün cephede karşılaşmalar oldu. Düşman 28’de sağ kanadımıza taarruza geçti. 29’da her iki kanattan taarruz etti.

Düşman yer yer önemli başarılar elde ediyordu. 30 Mart günü şiddetli savaşlarla geçti. Bu savaşların da sonucu düşman lehine oldu.

İkinci İnönü Zaferi ve İsmet Paşa’nın Metristepe’de gördüğü durum

Bundan sonra sıra bize geliyordu. İsmet Paşa 31 Mart günü, karşı taarruza geçti ve düşmanı yenerek, 31 Mart-1 Nisan gecesi geri çekilmeye mecbur etti. Böylece, inkılap tarihimizin bir sayfası, İkinci İnönü zaferiyle yazılmış oldu.

Efendiler, düşman çekilirken Batı Cephesi Komutanı ile 1 Nisan günü yapılan yazışmalar, o günün duygularını tespit eden belgelerdir.

O duyguları yeniden canlandırmak için, müsaade buyurursanız, o günkü yazışmalardan bazı telgrafları olduğu gibi okuyacağım:

Metristepe, 1.4.1921

Saat 18.30’da Metristepe’den gördüğüm durum: Gündüzbey kuzeyinde sabahtan beri dayanan ve artçı olması muhtemel olan bir düşman müfrezesi, sağ kanat grubunun taarruzu ile düzensiz olarak çekiliyor. Yakından takip ediliyor. Hamidiye yönünde karşılaşma ve faaliyet yok. Bozöyük yanıyor. Düşman, binlerce ölüsüyle doldurduğu savaş meydanını silahlarımıza terk etmiştir.

Batı Cephesi Komutanı

İsmet

Ankara, 1.4.1921

İnönü Savaş Meydanında Metristepe’de

Batı Cephesi Komutanı ve Genel Kurmay

Başkanı İsmet Paşa’ya

Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü Meydan Muharebeleri’nde üzerinize yüklendiğiniz görev kadar ağır bir görev yüklenmiş komutanlar pek azdır. Milletimizin İstiklal ve varlığı, dahice idareniz altında görevlerini şerefle yapan komuta ve silah arkadaşlarınızın kalbine ve vatanseverliğine büyük bir güvenle dayanıyordu.

Siz orada yalnız düşmanı değil, milletin makus (161) talihini de yendiniz. İstila altındaki talihsiz topraklarımızla birlikte bütün vatan, bugün en ücra köşelerine kadar zaferinizi kutluyor. Düşmanın istila hırsı, azminizin ve vatanseverliğinizin yalçın kayalarına başını çarparak paramparça oldu.

Adınızı tarihin şeref abidelerine yazan ve bütün millete size karşı sonsuz bir minnet ve şükran duygusu uyandıran büyük gaza ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde durduğunuz tepenin size binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref meydanı seyrettirdiği kadar, milletimiz ve kendiniz için yükseliş parıltılarıyla dolu bir geleceğin ufkuna da baktığını ve hakim olduğunu söylemek isterim.

Büyük Millet Meclisi Başkanı

Mustafa Kemal

Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne Zulüm ve zorbalık dünyasının en zalimce hücumlarına karşı yalnız ve şaşkın kalan illetimizin maddi ve manevi bütün kabiliyet ve kuvvetlerini ruhundaki ateşle toplayan ve harekete getiren Büyük Millet Meclisi’nin Başkanı Mustafa Kemal Paşa!

Kahraman askerlerimiz ve subaylarımız adına, askerlerimizle avcı hatlarında omuz omuza vuruşan tümen ve kolordu komutanları adına takdir ve tebriklerinize büyük bir iftiharla teşekkürlerimi arz ederim.

Batı Cephesi Komutanı İsmet


 161) Tersine dönmüş.

Güney Cephesi’ndeki harekat

Saygıdeğer Efendiler, İnönü muharebe alanını ikinci defa yenilerek terkeden ve Bursa’ya doğru eski mevzilerine çekilen düşmanın takibinde, piyade ve süvari tümenlerimizin gösterdikleri anılmaya değer yararlıkları anlatamayacağım. Yalnız, genel askeri durumu tam olarak açıklayabilmek için, müsaade buyurursanız Güney Cephemiz’e giren bölgede yapılan harekatı özetleyeyim.

Güney Cephesi Komutanı Refet Paşa’nın emrinde bulunan üç piyade tümeni, Dumlupınar’da hazırlanmış bir mevzide bulunuyordu. Bundan başka, bir süvari tümeni ve bir de süvari tugayı vardı. Bu mevziin sol kanadında bulunuyordu. Güney Cephesi Komutanı’nın aldığı görev, düşmanı bu mevzide durdurmaktı.

Uşak doğusundaki mevzilerimizden hareket eden üç piyade tümeni ve bir kısım süvari Dumlupınar mevzilerine taarruz etti. 26 Mart’ta birliklerimiz, mevzilerini terke mecbur oldu. Güney Cephesi Komutanı, bundan sonra kuvvetlerini esaslı bir hatta durdurmayı ve yeniden tertibat almayı başaramadığı için kuvvetler ikiye ayrıldı.

8’inci ve 23’üncü Piyade Tümenleri ile 2’nci Süvari Tümeni’nden meydana gelen kısmı, kendi emri altında, Altıntaş’a doğru çekildi. 57’nci Piyade Tümeni ile 4′ üncü Süvari Tugay’ından meydana gelen öteki kısım Fahrettin Paşa’nın emri altındaydı.

Düşman bütün kuvvetiyle Fahrettin Paşa kuvvetlerine yönelerek doğuya yürüdü. Refet Paşa kuvvetlerine karşı, Dumlupınar’da yalnız bir piyade alayı bıraktı. Refet Paşa, sonradan 23’üncü Tümeni Altıntaş üzerinden güneye, Fahrettin Paşa emrine verdi.

Altıntaş yönünde, düşmanın hiçbir hareketi olmadığı anlaşılınca, Refet Paşa, yanında bulunan kuvvetlerle kuzeye getirtildi.

Doğuya doğru ilerleyen düşmana karşı, Fahrettin Paşa kuvvetleri çeşitli yerlerde savaşlar vererek Afyon’un doğusuna çekildi.

Düşman, Afyonkarahisar’ı işgal ettikten sonra, Çay-Bolvadin hattına kadar ilerledi ve orada durdu. Bu düşman karşısında, Fahrettin Paşa, 57’nci ve 23’üncü Tümenlerle birlikte, güneyden Adana bölgesinden gelen 41’inci Tümen’i de alarak, bir karşı hat oluşturdu.

Yunan ordusunun genel taarruz planında pek göze çarpan bir yanılma

Efendiler, askeri strateji konusunda fazla düşünce ileri sürmekten kaçınma taraftarı olmakla birlikte, Yunan ordusunun bu defaki genel taarruz planında göze çarpan bir yanılmaya işaret etmek isterim.

Yunan ordusunun Uşak grubunun, Dumlupınar’dan sonra, Eskişehir’e doğru yürümesi gerekirdi. Afyon üzerinden Konya’ya doğru yönelmesi, kuvvetlerini asıl kesin sonuç alacağı alandan uzaklaştırarak, işe yaramaz ve tehlikeli bir durumda bırakmıştır. İnönü’ndeki başarı bizim tarafta kaldıktan sonra, bu kuvvetlerin, kendilerini tehlikeden kurtarmak için bir an önce sür’atle geri çekilmelerini sağlamaktan başka bir şey düşünmeyeceklerine şüphe yoktu. İnönü’nde zafer kazanan kuvvetlerimiz,

Eskişehir, Altıntaş üzerinden Dumlupınar’a yönelerek bu mesafenin önemli bir kısmında demiryolundan fazlasıyla yararlanma imkanı bulunduğuna göre, Afyonkarahisar’ın doğusunda bulunan Yunan grubu geri çekilme hattını kesebilir ve böylece, pek büyük bir ihtimalle o grubu büyük bir felakete uğratabilirdi. Nitekim, bu düşüncenin uygulanmasına geçmekte bir an gecikilmemiştir. İlk serbest kalan tümenler derhal Güney Cephesi Komutanı Refet Paşa’nın emrine verilerek harekete geçirilmiştir.

İnönü Meydan Muharebesi’nden alınan sonuç üzerine, Yunan ordusunun Uşak grubu, derhal geri çekilmeye başladı. Refet Paşa, 7 Nisan 1921 tarihinde karargahıyla Çöğürler’de. 4’üncü ve 11’inci Tümenler Altıntaş bölgesinde, 5’inci Kafkas Tümeni ve kuvvetli bir alay durumunda olan Meclis Muhafız Taburu Çöğürler güneyinde, 1’inci ve 2’nci Süvari Tümenleri Kütahya bölgesinde bulunuyorlardı. Fahrettin Paşa, Çay ve Afyon’dan çekilen düşmanı kovalayıp sıkıştırırken, Refe t Paşa da düşmanın Aslıhanlar civarında bulunan bir alayına, bu saydığımız kuvvetlerle, yani, üç piyade tümeni ve bir taburla taarruz etti. Bir taraftan da kuzeyden daha iki tümen, 24’üncü ve 8’inci Tümenler güneye doğru gönderildi.

Aslıhanlar’daki Yunan alayı, Refet Paşa’nın taarruzunu durdurdu ve çok zaman kazandı. Bu süre içinde geriden gelen birliklerle iki tümene kadar takviye edildi.

Bu kuvvetler Afyon’dan çekilen kuvvetlerin kendilerine katılmalarını sağladı.

13 Nisan 1921 günü, Refet Paşa’nın emrinde kuzeyden güneye ve doğudan batıya taarruz eden kuvvetlerin toplamı şöyleydi:

Kuzeyden gelen 4, 5, 11, 8 ve 24, doğudan ilerleyen 57, 23 ve 41’inci Tümenler ki, toplam olarak sekiz piyade tümeni ve bir piyade taburu… l’inci ve 2’nci Süvari Tümenleri çok uzak mesafelerden dolaştırılarak ve ancak düşman yenildiği takdirde etkili olabilecek; fakat o günkü savaşta hiç de işe yaramayan düşman gerisindeki Banaz hedefine gönderilmişti.

Refet Paşa’nın komutası altına verilen kuvvetler, taarruzlarında başarı kazanamadılar, aksine fazla can kaybı oldu. Düşman, Dumlupınar mevzilerine hakim olarak yerleşti ve orada kaldı.

Refet Paşa kuvvetleri de Dumlupınar’ın on kilometre kuzeydoğusunda olmak üzere, Aydemir, Çalköy, Selkisaray hattına çekilip durdu. Aslıhanlar Muharebesi diye anılan bu çarpışmalar bu şekilde sona erdi.

Refet Paşa kendisi yenildiği halde düşmanı yenilmiş sayıyordu

Efendiler, muharebe sırasında muharebe hatlarındaki bazı kısımların ileri geri dalgalanışı ve özellikle Afyon doğusunda bulunan düşman tümenlerinin Dumlupınar’ın ilerisinde bıraktıkları bir alaylarının yenilip saf dışı edilememesi yüzünden, düşman kuvvetleri Dumlupınar’a kadar çekilme imkanını bulabilmiştir.

Bundan sonra, Yunan kuvvetlerinin, sağlam bir muharebe hattı tutmak üzere tertibat alırken, ilerideki birliklerinin o hatta ulaşmak üzere geri yürüyüşleri, Refet Paşa’nın muharebesinin sonucu hakkında yanlış bir yargıda bulunmasına yol açtı.

Gerçekten de Refet Paşa, kendisi yenildiği halde, düşmanın yenilip geri çekildiğini sandı ve bunu beş gün süren Dumlupınar Meydan Muharebesi’nde, düşmana son darbenin vurulabildiğini bildiren telgrafıyla bize de haber verdi.

Biz de, pek tabii memnun olarak büyük takdir ve tebriklerde bulunduk. Fakat durumu iyice anlamak için telgraf başında kendisine sorduğum sorulara aldığım cevaplardan, durumun bildirildiği gibi olmadığı şüphesine düştük. Sonunda anlaşıldı ki, düşman kendi maksadına ve genel durumuna uygun olarak, Dumlupınar’da savunması kolay, hakim ve sağlam bir mevzi alıyordu.

Aksine, Refet Paşa’nın ise, biraz geride bütün kuvvetleriyle Aydemir, Çalköy, Selkisaray hattını tutması gerekti.

Efendiler, durum sakinleşmeye başladıktan sonra, Refet Paşa’nın komuta ettiği orduda, kendisine karşı güvenin kalmadığı anlaşıldı. Durumu yerinde incelemek üzere, Ankara’dan Fevzi Paşa Hazretleri, Batı Cephesi’nden de İsmet Paşa, birlikte bizzat Refet Paşa’nın karargahına gittiler. Refet Paşa’nın komuta durumunun bir süre daha devamı tercih edilmekte olduğundan, konuyu ona göre bir hal çaresine bağladılar. Fakat, zaman geçmeden, bu durumun devam ettirilmesinin mümkün ve doğru olmadığı kanaati belirdi. Bu sebeple, ben bizzat Fevzi ve İsmet Paşaları alarak Refet Paşa’nın yanına gittim. Durumu yakından inceledim ve konuyu derhal şöyle bir çözüme bağladım.

Refet Paşa’nın komutası altında bulunan Güney Cephesi’ni, Batı Cephesi’ne bağlayarak İsmet Paşa’nın komutasına verdim. Kendisine, de Ankara’da bir görev verilmek üzere oraya dönmesi gerektiğini bildirdim.

Refet Paşa, Türk ordusuna başkomutan olmak istiyordu

Refet Paşa, Ankara’ya döndüğü zaman şöyle bir çözüm yolu düşünmüştüm. İsmet Paşa artık Genelkurmay Başkanlığı’ndan istifa ederek, kendisini tamamiyle, genişletilmiş olan Batı Cephesi Komutanlığı’na verecek. Milli Savunma Bakanı bulunan Fevzi Paşa Hazretleri de vekaletle yürütmekte olduğu Genelkurmay Başkanlığı’nı asil olarak üzerine alacak. Ondan boşalacak Milli Savunma Bakanlığı görevini de Refet Paşa yapacak.

Refet Paşa, aslında, yine askeri bir görev almak istiyordu. Fakat benim bulduğum çözüm yolunu beğenmedi. Diyordu ki: Milli Savunma Bakanı bulunan Fevzi Paşa’nın görevinden çekilmesini gerektiren bir durum yoktur. İsmet Paşa’nın Genelkurmay Başkanlığı’ndan ayrılmasını zaruri buluyor ve bana da bu aralık bir görev vermeyi düşünüyorsanız, çözüm şeklinin ona göre düzenlenmesi mümkündür.

Ben, her nasılsa, Refet Paşa’nın düşüncesinde gizli olan maksadı birdenbire kavrayamadım. Çünkü, biraz sonra anlar gibi olduğum görüş asla hatırıma gelmemişti. Anlayamadığım noktayı açıklatmak için kendisine sordum ve dedim ki: yani siz mi

Genelkurmay Başkanı olmak istiyorsunuz? Gerçi açık bir cevap vermedi ama, ben maksadın tamamen bundan ibaret olduğunu kabul ettim. Bunun üzerine şu görüşü ileri sürdüm: Genelkurmay Başkanlığı, bizim teşkilatımıza göre, bugün fiili olarak Başkomutanlık makamıdır. Siz, daha Türk ordusuna Başkomutan olacak vasıfları kazanmış değilsiniz. Bunu hatırınızdan çıkarınız!

Refet Paşa, verdiği cevapta dedi ki: Öyleyse ben de Milli Savunma Bakanlığı’nı kabul etmem. O sizin bileceğiniz iştir dedim ve bıraktım. Gerçekten kabul etmedi ve izin alarak, Kastamonu ormanlarında, Ecevit denilen yerde bir süre dinlenmeye çekildi. Refet Paşa’nın Milli Savunma Bakanlığı’na getirilişi bundan sonra ortaya çıkan başka bir durum üzerine olmuştur.

Londra Konferansı’ndan dönen Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey’in imzaladığı sözleşmeler

Saygıdeğer Efendiler, İkinci İnönü zaferinden sonra, Londra’ya gitmiş olan delegeler heyetimiz geri döndü. Konferansın olumlu bir sonuca varmamış olduğunu biliyorsunuz.

Fakat delegeler heyeti Başkanı ve Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey, kendiliğinden İngiltere, Fransa ve İtalya diplomatlarıyla temas ve görüşmelerde bulunarak, herbiriyle ayrı ayrı birtakım sözleşmeler imzalamış bulunuyordu. Bekir Sami Bey’in İngiltere ile imzaladığı bir sözleşme gereğince, elimizde bulunan bütün İngiliz esirlerini geri verecektik.

Buna karşılık, İngilizler de bize, kendi ellerinde bulunan esirlerimizi iade edeceklerdi. Yalnız, Türk esirleri arasında Ermenilere ve İngiliz esirlerine zulüm veya kötülük yapmış olduğu iddia edilenler serbest bırakılmayacaktı.

Hükümetimiz, elbette böyle bir sözleşmeyi kabul edip onaylayamazdı. Çünkü böyle bir sözleşmeyi onaylamak demek, Türk uyruklu olanların, Türkiye içindeki hareketleri üzerinde, yabancı bir hükümetin bir çeşit yargı hakkını onaylamak olurdu.

Bu sözleşmeyi kabul etmemekle birlikte, İngilizler bazı Türk esirlerini serbest bıraktıklarından, biz de karşılık olarak elimizde bulunan İngiliz esirlerinden bir kısmını serbest bıraktık.

Daha sonra, 23 Ekim 1921 tarihinde, Kızılay İkinci Başkanı (162) Hamit Bey’le İstanbul’daki İngiliz komiseri arasında yapılan anlaşma üzerine, Malta’da bulunan bütün Türk tutukluları ile elimizde bulunan bütün İngiliz tutuklularının karşılıklı olarak serbest bırakılması kararlaştırılmış ve bu karar uygulanmıştır.

Efendiler, Bekir Sami Bey, resmi görüşmeler ve konuşmalar dışında, sırf şahsi olarak da Lloyd George ile bir görüşme yapmış… Aralarında söylenen sözler steno ile yazılmış… Bu zabıt imza da edilmiş… Fakat, ben Bekir Sami Bey’in elinde bulunan nüsha hakkında bana bilgi verildiğini hatırlamıyorum.

Son zamanlarda Dışişleri Bakanlığı vasıtasıyla Bekir Sami Bey’den bu nüshayı istettim ise de, Bakanlığa gönderdiği bir mektupta, o zaman bu nüsha tercümelerinin bana gösterildiğini, gerek aslının gerek tercümelerinin, Dışişleri Bakanlığı’ndan ayrılırken ilgili dosyada bırakıldığını bildirmiştir.

Dosyalarda bu belge bulunamamıştır. Dışişleri Bakanlığı’nda da hiç kimsenin bu belge metni hakkında bilgisi yoktur. Ben de, arz ettiğim gibi, hiçbir vakit haberdar edildiğimi hatırlamıyorum.

Efendiler, Bekir Sami Bey ile Fransız Başbakanı Mösyö Briand arasında da, 11 Mart 1921 tarihli bir sözleşme imza edilmiştir.

Bu sözleşmeye göre, Fransa ile Milli Hükümet arasındaki düşmanlığa son verilecek. Fransızlar, silahlı çetelere, biz de mücahitlerimize silahlarını bıraktıracağız… Zabıta kuvvetlerimize Fransız subayları alınacak… Fransızlar tarafından kurulacak zabıta kuvvetleri olduğu gibi kalacak… Fransa’nın boşaltacağı yerlerle, Elazığ, Diyarbakır ve Sivas illerinin ekonomik gelişmesi için yapılacak teşebbüslerde üstünlük hakkı ve Ergani madenlerini işletme imtiyazı da Fransızlara verilecek… v.b.

Hükümetimizce, bu sözleşmenin de kabul edilmemesinin sebeplerini sıralamaya gerek yoktur sanırım.

Bekir Sami Bey, İtalya Dışişleri Bakanı bulunan Kont Sforza ile de 12 Mart 1921’de bir sözleşme imzalamış… Bu sözleşme gereğince, İtalya’nın konferans sırasında, İzmir ve Trakya’nın bize verilmesi konusundaki isteklerimizi desteklemesine karşılık, biz de İtalyan Devleti’ne Antalya, Burdur, Muğla, Isparta sancaklarıyla Afyonkarahisar, Kütahya, Aydın ve Konya sancaklarını sonradan tayin edilecek kısımlarında ekonomik teşebbüsler için üstünlük hakkı tanıyacaktık.

Bundan başka, bu bölgelerde, Türk hükümeti veya Türk sermayesi tarafından yapılamayacak olan ekonomik işlerin İtalyan sermayesine verilmesi ve Ereğli madenlerinin bir İtalyan-Türk şirketine devri kabul edilmekte idi.

Elbette bu sözleşme de, hükümetimizce redden başka bir işlem göremezdi.

Efendiler, İtilaf Devletleri’nin, Londra’ya barış yapmak için gönderdiğimiz Delegeler Heyetimiz Başkanı Bekir Sami Bey’e imza ettirdikleri sözleşmelerdeki maddelerin, Sévres projesinden sonra aralarında imzaladıkları Üçlü Anlaşma (Accord tripartite) adı verilen ve Anadolu’yu nüfuz bölgelerine ayıran bir anlaşmayı milli hükümetimize başka adlar altında kabul ettirme maksadına dayandığı açıktır. İtilaf Devletleri’nin politikacıları, bu maksatlarını, Bekir Sami Bey’e kabul ettirmeyi de başarmışlardır.

Bekir Sami Bey’i, Londra’da konferans görüşmelerinden çok, teker teker yapılan konuşmalarla oyalamaya çalıştıkları anlaşılıyor. Milli Hükümet’in bağlı bulunduğu prensiplerle bu prensiplere bağlı bir Dışişleri Bakanı’nın tuttuğu yol arasındaki uyuşmazlığı açıklamak maalesef mümkün değildir.

Bekir Sami Bey, bu anlaşmalarla Ankara’ya döndüğü zaman, tutumunun fevkalade dikkatimi çekmiş ve hayretimi uyandırmış olduğunu itiraf etmeliyim. Bekir Sami Bey, imzalamış olduğu sözleşmelerdeki şartların, memleketin yüksek menfaatlerine uygun olduğu kanaatını belirtiyor; bu kanaatını Meclis’te bile savunup ispat edebileceğini iddia ediyordu. Kanaatında isabet, iddiasında mantık olmadığına şüphe yoktu.

Görüşlerinin Meclis’te benimsenemeyeceği bir yana, Dışişleri Bakanlığı’ndan düşürüleceği de muhakkaktı. Fakat Meclis’i, siyasi meselelerin görüşme ve tartışmalarına boğmayı o günlerin şartlarına uygun görmediğimden, Bekir Sami Bey’e görüşlerindeki isabetsizliği bizzat açıklayarak Dışişleri Bakanlığı’ndan çekilmesini teklif ettim. Bekir Sami Bey bu teklifimi kabul ederek istifasını verdi.

Ancak, Bekir Sami Bey, Delegeler Heyeti Başkanlığı göreviyle, Avrupa’daki gezisi sırasında yaptığı çeşitli temasların kendisinde bıraktığı intihalara dayanarak, İtilaf Devletleri’yle kendi prensiplerimize uygun olarak anlaşma imkanı bulunduğu görüşünde direniyordu. Kendisinin bu anlaşmaları gerçekleştirme yolunda yardımcı olabileceğini ileri sürüyordu. Bunun üzerine kendisine şu özel mektubu yazdım:

19.5.1921
Amasya Milletvekili Bekir Sami Beyefendi’ye

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin şimdiye kadar çeşitli vesile ve vasıtalarla bütün dünyaya ilan edilmiş olan prensipleri yüksek malumunuz olup, bu prensiplerin ana çizgileri şu kısa cümle ile ifade edilebilir: Bilinen milli sınırlarımız içinde memleketimizin bütünlüğünü ve milletin bağımsızlığını tam olarak sağlamak. Delegeler Heyeti Başkanlığı göreviyle yaptığınız son gezi ve temaslarınızın sizde bıraktığı etki ve intihalara göre, İtilaf Hükümetleri’nin ortaya koyduğumuz prensipleri bozmadan memleketimizle anlaşmaya eğilimli oldukları görüşünde bulunduğunuz anlaşılıyor.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, İtilaf Devletleri’nin bu eğilimlerini doğrulayacak ciddi ve samimi belirti ve sonuçları henüz görememektedir. Bu konudaki tahminlerinizin doğru çıkmasına imkan verecek bir ortam bulabildiğiniz takdirde, bu sonucun Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükümeti tarafından memnuniyetle kabul edilebileceğine inanmanızı isterim, efendim.

Mustafa Kemal

Bekir Sami Bey, bundan sonra tekrar Avrupa’ya gitti. Bu gidişinin de bir yararı olmadı. Yalnız, Ankara’da Mösyö Franklin Bouillon ile yapılan görüşmelerin Bekir Sami Bey’in Paris’teki bazı teşebbüsleri yüzünden güçlüğe uğradığının anlaşılması üzerine, hükümetçe, Bekir Sami Bey’in resmi bir görevi olmadığının, duyurulması zaruri görülmüştür.

Bekir Sami Bey, ikinci defa Avrupa’da bulunduğu sırada, bana bazı hususları bildirdiği gibi, dönüşünde de bir rapor vermişti. Gerek bildirmiş olduğu hususlarda gerek raporunda yer alan bazı düşünceler, ne yazık ki, Bekir Sami Bey ‘in, Türk milletinin gerçekleştirmeye çalıştığımız amaç ve ülküsünü tam olarak kavramış ve o çerçeve içinde hareket etmekte olduğundan şüphe ettirmeyecek ve tereddüde düşürmeyecek nitelikte değildi.

Bekir Sami Bey, Avrupa temaslarının, üzerinde bıraktığı etki ve intihalara göre görüş ileri sürüyordu.

12 Ağustos 1921 tarihli bir şifreli telgrafında, bizim politikamızı eleştirdikten sonra diyordu ki: Daha fırsat elde iken, akıllıca bir siyaset takip etmek, memleketi sürüklendiği büyük çıkmazdan kurtarabilir.

Olaylar bir bütün olarak incelenerek memleketi selamete çıkaracak bir tutumu benimsemek şarttır. Aksi takdirde, tarih ve millet karşısında hiçbirimiz sorumluluktan kurtulamayız.

Milletin mutluluğu ve Müslümanlığın selameti adına isabetli bir tutumun benimsenmesini ve bir an önce bildirilmesini rica ederim.


 162) Hilal-i Ahmer İkinci Reisi.

Bekir Sami Bey ne olursa olsun barış yapmak istiyordu

Bekir Sami Bey, her ne pahasına olursa olsun barış yapma taraflısıydı. Bu görüşünü 24 Aralık 1921 günlü raporunda şöyle açıklıyordu:

… Savaşın sürüp gitmesinin, bu memleketi ve bu milletin varlığını tehlikeye koyacak kadar yıkıp yok edeceğini ve katlanılan bütün fedakarlıkların boşa gitmiş olacağını kesinlikle düşünmekteyim.

Savaşın devam ettirilmesinin dış ve iç düşmanlarımızın ekmeğine yağ süreceğine, korktuğumuz bela ve felaketleri memleketin başına kendiliğinden çekeceğine bütün varlığımla inanıyorum. Zatıdevletlerinin üzerine düşen görev, dünyada hemen hiçbir siyaset adamının omuzlarına yüklenmeyen en ağır bir yüktür.

Tarihte, beş altı asırda değil, belki on on beş asırda bir kimseye ancak kısmet olabilen bir görevi üstlenmiş bulunuyorsunuz.

Her türlü aşırılıktan sakınarak, bugünün yararları uğruna geleceğin gerçek yararlarını feda etmeyerek, Türklük ile beraber bütün İslam dünyasının geleceğini güven altına almak için, pek yakın bir zamanda fazlasıyla gerçekleştirilebilecek milli ve islami gayeyi kurtarmak ve güçlendirmek için, hatta geçici olarak fedakarlığa bile katlanmak sayesinde, zatıdevletlerinin dünya tarihinde ölümsüz bir ad kazanması ve Müslümanlık binasına yeni bir şekil veren şahsiyet olması mümkündür.

Aksi halde, Türk milletinin ve bütün Müslümanlık dünyasının esaret ve aşağılığa mahkum olacağı bendenizce şüphesizdir.

Adınızı kıyamet gününe kadar bütün Müslüman nesiller için kainatın öğüncü olan Yüce Peygamber Efendimiz’den (163) sonra en kutsal bir ad ve yadigar olmak üzere arkanızda bırakmak şerefini ve fırsatını kaybetmemenizi, vatanseverlik ve Müslümanlık gereği olarak arz etmeyi bir kutsal görev sayarım, Efendim Hazretleri.

Bekir Sami Bey, bütün bu düşüncelerle, özet olarak, esaretten ve aşağılıktan kurtulmak için, kendisinin Londra’da yaptığı sözleşmeler çerçevesinde Milli Mücadele’ye son vermeyi teklif ediyordu.

Efendiler, Bekir Sami Bey’in bu düşünceleri bende olumlu bir etki yaratmamıştı. İleri sürdüğü düşünceler ve bunların dayandığı mantık, kendisiyle görüşme ve tartışmanın bile gereksiz ve yararsız olduğu kanaatini uyandırmıştı.


163) Hazret-i Fahr-i Kainat Efendimiz’den.

Mecliste belirmeye başlayan siyasi gruplar

Efendiler, yüce heyetinizi biraz da Büyük Millet Meclisi içinde kendini gösteren durumlarla temasa getirmek istiyorum. Biliyorsunuz ki, Büyük Millet Meclisi’ne milletçe üye seçilirken, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin yönetim kurulları da ikinci seçmenler arasında bulundular. Buna göre, denilebilirdi ki, Büyük Millet Meclisi, bütünüyle, aynı zamanda Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin siyasi bir grubu niteliğinde idi. Gerçekten de, başlangıçta bu yolda hareket edilmişti. Cemiyet’in temel ilkeleri, Meclis Genel Kurulu’nun da temel ilkeleri durumundaydı. Biliyorsunuz ki, Erzurum ve Sivas Kongresi’nde tespit edilen ilkeler, İstanbul’daki son Meclis-i Meb’usan’ca da kabul edilip desteklenerek, Misak-ı Milli adı altında özetlenmişti. Bu ilkeler, Birinci Büyük Millet Meclisi tarafından da kabul edilerek, o çerçeve içinde memleketin bütünlüğünü ve milletin istiklalini sağlayacak barış ve güvenliğin elde edilmesine çalışılıyordu. Fakat zaman geçtikçe, Meclis’te ortaklaşa bir çalışmanın sağlanıp düzenlenmesinde güçlükler belirmeye başladı. En basit konularda oylar dağılıyor.

Meclis’ten iş çıkamıyordu. Bazı kimseler, bu duruma bir çare olmak üzere 1920 yılının ortalarında birtakım gruplar meydana getirme teşebbüsüne geçtiler. Bütün bu teşebbüsler, Meclis görüşmelerinin düzenli olarak yürütülmesini sağlama ve görüşülen konular üzerinde oyları dağıtmadan olumlu iş çıkarma gayesini güdüyordu.

Yeri geldiğinde arz etmiştim ki, ilk Anayasa’mıza kaynaklık eden 13 Eylül 1920 tarihli bir programı Meclis’e sunmuştum. Bu programın Meclis’te 18 Eylül’de okunan kısmından başka, buna da esas olmak üzere, Büyük Millet Meclisi’nin temel niteliğini ve yönetim usulü ile ilgili görüşleri tespit eden ve Meclis’in açılışından sonra okunup kabul edilen önergemi de bu kısımla birlikte halkçılık programı adı altında bastırmış ve yayınlatmıştım.

Arz ettiğim gruplar, benim bu programımdan ilham alarak, birtakım ünvanlar takınmaya ve programlar tespit etmeye başladılar. Bir fikir vermiş olmak için bu gruplardan bellibaşlılarının adlarını sayayım:

a) Tesanüt Grubu (164)

b) İstiklal Grubu

c) Müdafaa-i Hukuk Zümresi (165)

d) Halk Zümresi (166)

e) Islahat Grubu (167)

Bu gruplardan başka, isimsiz olarak özel maksatlı bazı küçük grupların da faaliyet halinde oldukları anlaşılıyordu.

Efendiler, bu isimlerini saydığım gruplardan her biri, Meclis görüşmelerinde disiplini sağlamak ve oyları birleştirmek maksadıyla kurulmuş oldukları halde, varlıkları aksine gösteriyordu.

Gerçekten de, sayıları çok, üyeleri sınırlı olan bu gruplar biribirleriyle yarışmaya kalkışmışlar ve biribirlerini dinlememek yüzünden Meclis’te neredeyse bir kargaşa doğurmaya başlamışlardı. Hele Teşkilat-ı Esasiye Kanunu Meclis’ten çıktıktan sonra, yani Ocak 1921 sonlarında, Meclis üyelerinin ve ortaya çıkan grupların, genellikle her konuda toplantıya katılmalarını ve birlikte çalışmalarını sağlamanın, bir kat daha güçleşmeye başladığı görülüyordu.

Çünkü, Misak-ı Milli’nin tespit ettiği ilkelerde, kayıtsız şartsız düşünce ve gaye birliği yer aldığı halde, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ortaya koyduğu görüşlerde tam bir birlik sağlanmış görünmüyordu.

Mevcut gruptan birleştirmek veyahut mevcut gruplardan birini destekleyerek iş görmek için, dolaylı olarak çok çalıştım.

Ancak, bu yolla elde edilen sonuçların uzun ömürlü olamadıkları görüldü. İşe doğrudan doğruya benim el atmam zaruri olmaya başladı. Nihayet, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu adıyla bir grup kurulmasına karar verdim. Bu grup için yaptığım programın başına bir ana madde koydum.

Bu maddenin özü iki noktadan ibaretti. Birinci nokta şuydu: Grup, Misak-ı Milli ilkeleri çerçevesinde memleketin bütünlüğünü ve milletin istiklalini sağlayacak barış ve güvenliğin elde edilmesi için, milletin bütün maddi ve manevi kuvvetlerini gereken hedeflere yönelterek kullanacak, memleketin resmi ve özel bütün kuruluş ve tesislerinin bu ana gayeye hizmet etmelerine çalışacaktır.


 164) Dayanışma Grubu.

165) Hakları Savunma Grubu.

166) Halk Grubu.

167) Reform Grubu.

Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kurulması

İkinci nokta: Grup, devlet ve milletin teşkilatını, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun koyduğu ilkeler çerçevesinde, sırasıyla şimdiden tespite ve hazırlamaya çalışacaktır.

Efendiler, bütün grupları ve Meclis üyelerinin çoğunu davet ederek, bu iki esas üzerinde birleşmelerini sağladım. İşaret ettiğim bu ana madde ve bundan sonra Grup’un içtüzüğü ile ilgili olan maddeler, 10 Mayıs 1921 günü yapılan toplantıda kabul edildi. Grup Genel Kurulu’nca seçildiğim için, grubun başkanlığını da üzerime almıştım.

Efendiler, memleket içinde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti var olduğu gibi, onun, aynı ad altında Meclis’te de bir siyasi grubu kurulmuş oldu.

İstanbul’daki Meclis-i Meb’usan’ın yapmaktan çekindiği iş, ancak onların dağılmasından 14 ay sonra Ankara’da yapılmış oldu. Bu grup, Birinci Büyük Millet Meclisi’nin devam ettiği sürece, hükümetin görev yapmasına yardımcı olabilmiştir.

Fakat, grup tüzüğündeki ana maddenin ifade ettiği ikinci noktayı manidar bulanlar oldu. Bu gibiler duygularını açıklamamakla birlikte, bu noktada toplanan anlam ve gayenin gerçekleşmemesi için derhal faaliyete geçmekte gecikmediler.

Olumsuz faaliyet diye vasıflandırabileceğimiz bu türlü teşebbüsler, iki şekilde ortaya çıkmaktaydı.
Birincisi, Grup’un içinde düşünceleri karıştırma ve görüşülecek konularda aleyhte bir durum yaratma şeklinde oluyordu.

Hoca Raif Efendi Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti (168) kuruyor

İkincisi, memleket içinde ve yine teşkilatımız içindeydi. Bu noktayı açıklayan en belirgin örnek, Erzurum milletvekili Hoca Raif Efendi’nin ve bazı arkadaşlarının, grubun kurulmasından önce ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun çıkmasından hemen sonra giriştikleri teşebbüstür. Arzu ederseniz bu konuda biraz bilgi vereyim:

Hoca Raif Efendi ve arkadaşları, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Erzurum Merkez Heyeti’nin adını değiştirdiler.

Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti dediler. Mevcut cemiyet ilkelerinin başına da, Hilafet ve Saltanat makamının ve devlet şeklinin olduğu gibi bırakılmasını sağlayıcı birtakım eklemeler yapmışlar ve bu teşebbüslerini öteki illere, özellikle doğu illerine de birtakım bildiriler göndererek yaymaya kalkışmışlardı.

Ben bu durumu öğrenir öğrenmez, Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın dikkatini çektim. Hoca Raif Efendi’yi ve arkadaşlarını uyararak bu türlü teşebbüslerden vazgeçirmesini rica ettim.

Sarıkamış’ta bulunan Kazım Karabekir Paşa ile Erzurum’da bulunan Hoca Raif Efendi arasında bazı yazışmalar olduktan sonra Raif Hoca, bizzat Paşa’nın karargahına gitmiş, orada

Muhafaza-i Mukaddesat adının kullanılmasındaki sebepleri açıklarken demiş ki: Maksat halifelik ve padişahlık haklarını korumak, memleketin ve İslam dünyasının bugünkü ve gelecekteki hayatı için büyük uyuşmazlık ve sakıncalar doğuracak olan Cumhuriyet idaresinden kesinlikle sakınmaktır. Hoca, Büyük Millet Meclisi’nde kurulan Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun hilafet ve saltanat idaresini cumhuriyete dönüştürme maksadı güttüğü hissedilmektedir görüşünde bulunduktan sonra, bu gibi teşebbüsleri tanımakta mazur olduklarını bildirmiş.


 168) Kutsal Hak ve İnançları Koruma Derneği.

Kazım Karabekir Paşa, devlet şeklinde tarihi değişiklikler yapılacağı zaman askeri ve sivil devlet adamlarının gereği gibi görüşleri alınmalıdır diyor

Kazım Karabekir Paşa’nın bu bilgileri veren 11 Temmuz 1921 tarihli şifreli telgrafında, kendisi de ileri sürdüğü görüşler arasında diyordu ki. Hükümet şekli ile ilgili esasları, Büyük Millet Meclisi’nce kabul edilen Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun tespit etmiş olduğu görülüyor. Halbuki bendeniz, bu kanun hükümlerinin olsa olsa bir parti programı halinde kalmasını, uygulamada ortaya çıkacağını tahmin ettiğim güçlüklere karşı daha yararlı buluyorum.

Bu görüşümü, bölgenin çok yakından tanıyabildiğim duygu ve düşüncelerine göre kısaca açıklamak isterim. Meclis’te Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu desteklemek üzere kurulan gruba girmiş olanların çoğu, yeni bir rejim değişikliğinde memleket mukadderatında söz sahibi olmak hevesinde görünenlerdir.

Halk arasında, ancak küçük bir grup yeni nitelikte teşkilat fikirlerini benimser. Milletvekillerinin Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na taraftarlıkları ancak şahsi görüşlerinden gelebilir. Devlet şeklinin bu büyük ve tarihi değişiklik teşebbüslerinde, memleketin geleceğinden hep birlikte sorumlu olan askeri ve sivil devlet adamlarıyla, Müdafaa-i Hukuk merkezlerinden gereği gibi görüş alınması ve durumun olağanüstü bir Meclis’te incelendikten sonra karara bağlanması gerekir, düşüncesindeyim.

Efendiler, kesin zaferden sonra İkinci Büyük Millet Meclisi, Cumhuriyet’i ilan ettiği zaman bile, Kazım Karabekir Paşa, İstanbul gazetelerine verdiği demeçte, öteden beri süregelen duygularını ve şikayetlerini Cumhuriyet ilanını bize sormadılar şeklinde özetlemekteydi.

Kazım Karabekir Paşa, bu görüşleriyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin millet tarafından olağanüstü yetkiler verilerek gönderilmiş üyelerden kurulu olağanüstü bir meclis olduğunu unutmuş gibi görünüyor. Böyle bir meclisin koyduğu kanuna hem de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’na karşı bulunduğunu ima ediyor. Daha garibi devlet teşkilatının değişmesinde etkili olacak kararlar alabilmek çin, askeri ve sivil devlet adamlarının ve Müdafaa-i Hukuk merkezlerinin görüşlerinin alınması gerektiği inancında bulunduğunu söylüyor.

Kazım Karabekir Paşa, benim Müdafa-i Hukuk grubuyla olan ilgime de karşı çıkarak: bendeniz zatıdevletlerinin bu gibi siyasi partilere girmemesini özellikle uygun bulmaktayım dedikten sonra, benim tarafsız olarak kalmamı tavsiye ediyor.

Kazım Karabekir Paşa’nın bu telgrafına, 20 Temmuz 1921’de cevap verdim.

Biraz uzunca olan bu cevabın bazı hususları aydınlatmaya yarayacak olan noktalarım belirtmekte yetineceğim. Cevabımda demiştim ki: Müdafaa-i Hukuk Grubu, memleketin istiklalini tam olarak sağlamak gibi kısa ve kesin bir maksatla kurulmuştur. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun uygulanma durumu da gayesi içindedir.

Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, bütün idare sistemini ve Türkiye Hükümeti’nin hukuki durumunu gösteren ayrıntılı ve tam bir kanun olmayıp, memleketin mülki ve idari teşkilatında zamanın şartlarının gerektirdiği halkçılık ilkesini ifade eden bir kanundan ibarettir. Bu kanunda cumhuriyeti ifade eden bir şey yoktur. Raif Efendi’nin, saltanat şeklinin cumhuriyetçiliğe dönüştürülmek istendiği yolundaki düşüncesi, kuruntudur.

Meclis’teki Grup merkezinde kendilerine önemli işler verilen kimseler arasında, kişilikleri ve geçmişteki davranışlarıyla, eleştirilebileceklerin bulunduğu yolundaki iddia ise, daha açık bir ifade ile, doğrulanmaya muhtaç bir durumdadır.

Her işi, bütün idari kabiliyetleri ve şahsi faziletleri ile mükemmel yetişmiş adamlara vermek, pek değerli ve tatlı bir dilek olmakla birlikte, kendi toplumumuz için değil, dünyanın en ileri gitmiş milletleri için bile, her çevre, her bölge ve her meslek sahibi tarafından saygıya değer görülecek bu kadar çok adam bulmak imkansızdır.

Hayali ve gerçek dışı düşünce ve iddialarla, memleketin kendisine dayanabileceği tek kuvveti ve teşkilatı yıpratacak engellemelere başvurmak, eğer cahilce bir çılgınlık değilse, herhalde bir hainlik olarak kabul edilmelidir. Zatıdevletlerince de bilinir ki, ilerleme yolunda girişilecek her önemli teşebbüsün, kendine göre önemli sakıncaları vardır. Bu sakıncaların en alt düzeye indirilebilmesi için alınacak tedbir ve yapılacak girişimlerde kusur etmemek gerekir.

Bundan sonra Efendiler, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu yapılırken, sivil ve askeri devlet adamlarıyla Müdafaa-i Hukuk merkezlerinin düşüncelerini almak konusundaki görüşümü de şöyle açıkladım: Zatıdevletlerince de bilindiği üzere, bir hükümet şeklinde yaşıyoruz ve onun bütün şartlarına uymak zorundayız.

Kanunun, Meclis komisyonlarından sonra, Genel Kurul’daki tartışmalarıyla ortaya çıkacak şekli üzerinde, uzaktan alınacak düşüncelerle etki yapılamayacağı elbette kabul buyurulur.

Kazım Karabekir Paşa, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun yapılmasında niçin acele edildiğinin, bunun uygulanmasından doğacak güçlüklerin, nasıl giderileceğinin, hilafet ve saltanat konusundaki görüşümüzün ne olduğunun açıklanmasını da istemişti.

Bu noktalarla ilgili cevaplarımda demiştim ki: Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun yapılmasında acelecilik sayılan tutumun sebebi, bütün dünyada ve memleketimizde belirmiş olan halkçılık akımını, sağlam bir şekilde tespit ederek, bu konuda başka türlü katışmalara (169) yer vermemek; aynı zamanda yüzyıllardan beri yetersiz kimseler elinde boyuna kötüye kullanılan millet haklarını korumak için, bu hakların asıl sahibi olan millete de söz hakkı tanımak ve bu yüksek düşüncenin gelişmesi için bugünkü olağanüstü şartlardan yararlanmaktır.

Kanunun ne dereceye kadar uygulanabileceğini ölçmek için de, bu işle uğraşmaya fırsat bulacakların azim ve irade yeteneğini hesaba katmak gerekir.

Ortada hilafet ve saltanat meselesi diye başlıbaşına bir mesele yoktur. Söz konusu olan Padişah’ın haklarıdır Onun belirlenmesi ve sınırlandırılması için son birkaç yüzyılın tecrübeleri ve devlet kavramındaki millet haklarının gerçek anlamı gözönünde bulundurulmalıdır. Bu konuda şimdilik tespit edilmiş kesin bir kuralımız yoktur.

Kazım Karabekir Paşa’nın, grup başkanı olmayıp tarafsız kalmaklığım konusundaki teklifine verdiğim cevapta da, şu düşünceleri ileri sürmüştüm: İstanbul’daki Meclis-i Meb’usan gibi bir meclisin başkanı değilim. Böyle bile olsa bir partiye bağlı olmak tabiidir. Halbuki, Büyük Millet Meclisi’nin yürütme yetkisi de bulunduğundan, bir bakıma, hükümet niteliğindeki bir meclisin başkanı bulunmaktayım. Yürütme yetkisi de bulunan bir başkan için, çoğunluk partisinden olmak pek gereklidir.

Buna göre, geniş bir programla ortaya atılmış siyasi bir partinin başkanı da olabilirim. Bütün kimliğimle karışmış bulunduğum Cemiyet’ten (170) ayrılmaklığım mümkün olmadığı gibi, o cemiyetten doğmuş olan grup içinde bulunmaklığım da zaruridir.

Aslında grup, hemen hemen Meclis Genel Kurulu’na yakın büyük bir çoğunluğu içine almaktadır. Dışarıda kalanlar, Erzurum milletvekillerinden Celalettin Arif Bey ve Hüseyin Avni Efendi ile birkaç benzeri davranışlarında serbest kalmak isteyen birkaç kişiden ibarettir…


169) İhtilata.

170) Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nden.

İzzet ve Salih Paşa’ların İstanbul’da siyasi görev almayacaklarına söz vermeleri üzerine, İstanbul’a dönmelerine izin verildi

Efendiler, Ankara’da bulunan İzzet ve Salih Paşa’lar bir türlü Ankara’ya ısınamadılar. İstanbul’da ailelerinin yanına gitmelerine izin vermemiz için doğrudan doğruya veya dolaylı yoldan boyuna rica ediyorlar ve İstanbul’a dönüşlerinde, siyasi hiçbir görev almayacaklarına söz veriyorlardı.

1921 yılının Mart ayı başlarında, İsmet Paşa’nın bazı işler için Ankara’ya gelmiş bulunduğu bir sırada, Paşa’lar ricalarını yenilediler. Bir gün, İsmet Paşa’nın da katıldığı Bakanlar Kurulu, toplantı halindeyken, Ahmet İzzet Paşa daireye gelerek haber göndermiş ve İsmet Paşa kendisiyle görüşmüştür.

İzzet Paşa, bizim teklifimiz üzerine, İstanbul’da görev almayacağına, uzun uzadıya açıklamalarla söz vererek İstanbul’da ailesinin yanına gönderilmesi için izin rica etmiş; Salih Paşa’nın da aynı şekilde söz vererek serbest bırakılması ricasında bulunduğunu eklemiş.

İsmet Paşa, bu açıklamayı ve bu ricayı Bakanlar Kurulu’na getirdi. Zaten varlıklarının milli işlerimizde yararlı olmadığı, aksine Ankara’da bir yük bir ağırlık olarak bulundukları, üstelik bazı olumsuz akımlara da sebep oldukları anlaşılmış bulunduğundan, Bakanlar Kurulu, bu paşaların İstanbul’a dönmelerinde bir sakınca görmedi. Fakat, ben, Ahmet İzzet Paşa ve arkadaşının verdikleri sözde ciddiyet ve samimiyet olmadığını, İstanbul’a döndükten sonra, mutlaka İstanbul Hükümeti’nde görev alarak bizi tedirgin etmekte devam edecekleri kanaatinde olduğumu söyledim.

Namusları üzerine söz veriyorlar dendi. Bu sözlerini yazılı ve imzalı olarak verirlerse müsaade edilebileceğini söyledim. İsmet Paşa, bu teklifimi yanımızdaki odada bekleyen İzzet Paşa’ya bildirdi. İzzet Paşa, derhal bir kağıt kalem alarak kabineden çekileceklerini, bir taahhütname olarak yazmış ve imzalamış; eğer yanılmıyorsam Salih Paşa’ya da imzalatmıştır.

Ben, bu kısa taahhütnameyi yeterli görmedim. Paşa’nın sözle anlattığı anlam ve genişlikte değildi. Hemen, bunun bir aldatmaca olduğuna arkadaşların dikkatini çekerek, İsmet Paşa’ya ağızdan anlattıklarını yazarak imza etsin dedim. İzzet Paşa’nın ağızdan bu kadar açıklama yapıp söz verdikten sonra, başka maksatla bir taahhüt yazmış olacağı tahmin edilmedi ve bu kısa taahhüdün yeterli görülmesi istendi. İşte İzzet ve Salih Paşa’lar böyle aldatmaca bir belge ile İstanbul’a gitmenin yolunu bulmuşlardır.

İzzet ve Salih Paşalar sözlerinde durmadılar

Gerçekten de, İzzet ve Salih Paşa’lar İstanbul’a varır varmaz istifa ettiler. Fakat, pek kısa bir süre sonra, aynı kabinede diğer nazırlıklara getirildiler ve bunu bize telgrafla bildirdiler. İstanbul Hükümeti’nin Hariciye Nazırlığı’nı üzerine almış olan İzzet Paşa, millet ve memlekete yönelmiş büyük bir kötülüğün önüne geçmek için, hükümete geldiğini söyleyerek, bize de birtakım öğütler veriyordu. İzzet Paşa’ya şu cevabı verdim:

İstanbul’da Ahmet İzzet Paşa Hazretleri’ne

Telgrafınızı Zonguldak İstihbarat Müdürü (171) vasıtasıyla aldım. Durumunuzu, Salih Paşa Hazretleri’yle birlikte vermiş olduğunuz söze aykırı gördüm. Yalnız bir nokta, bende lehinizde bir kararsızlık uyandırdı. O da, Hükümet’te bir görev almakta, gerçekten millet ve memlekete yönelmiş büyük bir kötülüğün önüne geçmiş olmanız ihtimalidir.

Çünkü Ankara’ya teşrifinizden önce, iyi niyetli ve memlekete yararlı olabileceğiniz ümidiyle görev almış olduğunuzu açıklamak üzere ileri sürdüğünüz sebeplerin ne kadar zayıf olduğunu ilk görüşmemizde anlamış ve itiraf buyurmuştunuz. Telgrafınızda bildirdiğiniz hususlar, size bu yeni durumu benimseten sebepleri yeterli bir açıklıkla göstermiyor.

Tavsiye buyurduğunuz hususlardan, millet ve memleket çıkarlarına, yaptığımız antlaşmalara, kısacası Misak-ı Milli’mize uygun olanları, esasen dikkate alınmakta ve gereğinin yapılmasına çalışılmaktadır. Bu bakımdan, genel duruma ve sizlere telkin edilmiş düşüncelere bakarak, daha önce olduğu gibi, bu defa da aldatılmış olmanızdan korkuyorum. Bu tahmin ve muhakememizin yanlışlığını ortaya koyacak açıklamalarınızı öğrenir ve olayların buna uygun olumlu gelişmesine şahit olursak mutlu olacağımızı bilginize sunarım, efendim.

Mustafa Kemal

İzzet Paşa, bu telgrafımıza 6 Temmuz tarihli bir şifreli telgrafla şu karşılığı verdi:

Ankara’da Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ne

Salih Paşa ile birlikte verdiğimiz söz, İstanbul’a dönünce görevimizden çekilmekti. Onu da yerine getirdik. Ömür boyunca devlet hizmeti kabul etmemek ve hele İtilaf Devletleri’nin Yunanistan’a fiili yardımları, İstanbul’un üs olarak Yunanlılara bırakılması ihtimalinin belirdiği bir kara günde, teklif edilen fedakarlıktan kaçınmak, bizim elimizden gelmeli ve sizce de uygun görülmeli midir, bilmem?…

Bilecik ve Ankara’da, tanımadığım kimselerin yanında yapılan konuşmaları uzatmakta sakınca gördüğümden, çekinerek razı olur gibi görünmüştüm. Hatta dönüşümüzde verdiğim demeçte, olup bitenlerin bütün sorumluluğunu tamamen üstümüze almak gibi bir medeni cesaret de göstermiştim. İlk konuşmalarda hazır bulunan kimselerden birinin, sonradan belli olan durumu, çekinmekte haklı olduğumu da ispat etmiştir. Fakat hiçbir zaman, hiçbir kimse tarafından aldatıldığımı itiraf etmedim.

Beni yanınıza kadar getiren uzlaşma düşüncesinden vazgeçmedim. Kabinede yapılan görüşmeler ve kendilerine verdiğim rapor bunu ispat eder. İddia buyurduğunuz gibi gaflet içinde bulunduğumu itiraf şöyle dursun, şimdiki gibi, siyasi olayları kılı kırk yararcasına değerlendirmiş olduğumu görmekle, kendime, düşünce ve görüşlerime güvenim artmıştır. Şu günlerde görev almaklığımızın yararlı olup olmadığını söylemek bana düşmez.

Yalnız, bu konuda oraca düşünülen sakınca açıklanırsa minnettar olurum. Buradaki hükümetin hukuki durumu ve ilgili devletler elçilerinin burada bulunmaları dolayısıyla, bu hükümetin mevkiinin hiçe indirilmesi ne mümkündür ne de doğrudur. Ancak, şurası da bilinmelidir ki, şimdiki kabinenin büyük bir çoğunluğu bugünle ve gelecekle ilgili hiçbir şahsi emel peşinde değildir; bütün niyet ve düşünceleri vatanın selameti içindir.

Bundan dolayı, akla yatkın ve uygun bir şekilde Ankara Hükümeti ile iş ve görüş birliği yapmayı pek samimi olarak istemektedir. Eğer bu samimiyet sizlerce de iyi karşılanırsa değerli hizmet ve yardımlarda bulunabilir. Bu düşünce kabul görmediği takdirde, anlayışsızlıktan doğabilecek kusur ve yanlışların manevi sorumluluğundan kendisini kurtulmuş saydığını arz ederim, efendim.

Ahmet İzzet

Bu telgrafın altına kurşun kalemle şu satırları yazmıştım:

Uygun bir zamanda gerekli işlem yapılmak üzere ilgili belgeler arasında saklanması Bakanlar

Kurulu kararı gereğindendir.

Mustafa Kemal


 171) Haberalma Müdürü.

Ahmet İzzet Paşa Türk milletine hizmet etmeyi, Vahdettin’in hizmetinde olmaya tercih edemedi

Efendiler, Ahmet İzzet Paşa, ekmeği ve nimeti ile yetiştiği Türk milletinin içinde kalarak, ona en acı ve kara günlerinde hizmet etmeyi, Vahdettin’in hizmetinde olmaya tercih edememişti. Dürrizade Esseyit Abdullah’ın fetvasına bağlı kalıp, sultanın emri dışına çıkmakla suçlanmaktan ve şeriatın hışmına uğramaktan çekindi. Ahmet İzzet Paşa’nın daha başka marifetleri de olmuştur. Onları da bildireyim:

Savaş bütün hızıyla devam ederken ve milletin maddi ve manevi kuvvetlerini düşman karşısına toplamaya çalıştığımız günlerde, Türk milletinin büyük kuvvetleri ellerine verilmiş olan kimselere de, yazdığı özel mektuplarla ümitsizlik ve bezginlik verecek karamsarlıklarını aşılamakta devam ediyordu.

Benim, düşman ordusunu mutlaka yeneceğiz, vatanı mutlaka kurtaracağız sözlerimle alay ederek, İkinci İnönü’nden sonra yeniden doğuya Sakarya’ya doğru yürümekte olan Yunan ordusunun hareketini bir gözdağı gibi kullanarak akıl ve anlayış dersi vermekten geri kalmıyordu.

Efendiler, ne gariptir ki, kendisini dev aynasında gören bu kafanın, tuttuğum yolun felaket doğuracağını bildiren bir mektubu, Sakarya’da düşmana karşı taarruz ederek onu geri çekilmeye mecbur ettiğimiz gün, görev icabı bana gösterilmişti. Bu mektup bizi şaşkınlık içinde bırakmıştı.

Ahmet İzzet Paşa, Yunan ordusunun Sakarya’dan ve en sonunda İzmir Körfezi’nden çekildiğini gördükten ve Lozan Barış Antlaşması metnini okuduktan sonra, acaba bana yazdığı 6 Temmuz 1921 tarihli telgrafındaki şu cümleyi:

İddia buyurduğunuz gibi gaflet içinde bulunduğumu itiraf şöyle dursun, şimdiki gibi siyasi olayları kılı kırk yararcasına değerlendirmiş olduğumu görmekle kendime, düşünce ve görüşlerime güvenim artmıştır cümlesini yeniden mırıldanmış mıdır?

Ben, buna da ihtimal veririm!

Efendiler, İzzet ve Salih Paşa’lar aylarca Ankara’da oturdular. Milli ilkelerimizi kabul etmek şartıyla, kendilerine milli hizmet ve görev vermeye hazırdık. Yanaşmadılar. Bir defa olsun Millet Meclisi’nin kapısından içeri ayak atmadılar. Fakat herhalde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin çıkardığı kanunlardan haberdar idiler.

Bu kanunların hükümlerini, Millet Meclisi’nin ve Hükümeti’nin İstanbul’a karşı belirmiş olan tutumunu pekala biliyorlardı. Bu kanunlara ve bilinen duruma rağmen, İstanbul’da yeniden işbaşına geçip milli varlığın ve Milli Mücadele’nin değerini ve etkisini yok etmeye, düşmanların elinde oyuncak olan Vahdettin’in hakimiyetini sağlamaya bütün varlıklarıyla çalışmalarına verilecek gerçek anlamın ne olduğunu ben söylemeyeceğim! Onu Türk milletine ve Türk milletinin bugünkü ve yarınki kuşaklarına bırakırım.

Aziz milletime tavsiyem

Efendiler, sırası gelmişken, aziz milletime şunu tavsiye ederim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz cevheri çok iyi tahlil etmek dikkatinden bir an geri kalmasın!

Sakarya Meydan Muharebesi

Saygıdeğer Efendiler, olayları Sakarya Meydan Muharebesi’ne getirmek istiyorum. Fakat, bunun için müsaade buyurursanız, ufak bir giriş yapacağım.

İkinci İnönü Muharebesi’nden sonra, üç ay kadar bir zaman geçti. Ondan sonra 10 Temmuz 1921 tarihinde, Yunan ordusu yeniden cephemize genel taarruza girişti. Bu tarihten önceki günlerde tarafların durumu şöyleydi:

Bizim ordumuz, başlıca Eskişehir ve Eskişehir’in kuzeybatısındaki İnönü mevzileri ile Kütahya – Altıntaş dolaylarında yığınak yapmıştı. Afyonkarahisar dolaylarında iki tümenimiz vardı. Geyve ve Menderes dolaylarında da birer tümenimiz bulunuyordu.

Yunan ordusu da, Bursa’da bir, Uşak doğusunda iki kolordusunu toplu olarak bulunduruyordu. Menderes’te de bir tümeni vardı.

Yunanlıların bu taarruzu ile başlayan ve Kütahya – Eskişehir Muharebeleri adıyla anılan bir sıra muharebeler vardır. Bunlar on beş gün sürmüştür. Ordumuz 25 Temmuz 1921 akşamı büyük kısmıyla Sakarya’nın doğusuna çekilmişti. Ordumuzun çekilmesini zaruri kılan sebeplerin başlıcasına işaret edeyim:

İkinci İnönü Muharebesi’nden sonra genel seferberlik yapmış olan Yunan ordusu, insan, tüfek, makineli tüfek ve top sayısı bakımından ordumuzdan önemli derecede üstündü. Temmuzda, Yunan ordusu taarruza geçtiği zaman milli hükümetin durumu ve Milli Mücadele’nin gelişmesi, bizim genel seferberlik ilan ederek, milletin bütün kaynak ve imkanlarını, başka bir şey düşünmeden düşman karşısında toplamaya daha elverişli ve yeterli görülmemişti. İki ordu arasındaki kuvvet, vasıta ve şartlar bakımından kendini gösteren nispetsizliğin elle tutulur başlıca sebebi budur.

Bunun sonucu olarak, biz, daha tümenlerimizin taşıt araçlarını bile tamamlayamadığımızdan, bunların hareket güçleri yoktu. Yunan milletinin bütün kuvvetiyle yaptığı bu taarruz karşısında, bizim askerlik bakımından asıl görevimiz, Milli Mücadele’nin başından beri yürüte geldiğimiz görev idi ki, o da, her Yunan taarruzu karşısında kaldıkça, bu taarruzu direnerek ve uygun hareketler yaparak durdurup etkisiz bırakmak ve yeni orduyu kurmak için zaman kazanmak şeklinde özetlenebilir. Son düşman taarruzu karşısında da, bu asli görevi gözden uzak tutmamak şarttı. Bu düşünceyle, 18 Temmuz 1921 tarihinde, İsmet Paşa’nın

Eskişehir’in güneybatısında, Karacahisar’da bulunan karargahına giderek, durumu yakından inceledikten sonra, İsmet Paşa’ya genel olarak şu direktifi vermiştim: Orduyu, Eskişehir’in kuzey ve güneyinde topladıktan sonra, düşman ordusuyla aramızda büyük bir açıklık bırakmak gerekir ki, orduyu derleyip toparlamak ve güçlendirmek mümkün olabilsin.

Bunun için Sakarya’nın doğusuna kadar çekilmek yerindedir. Düşman hiç durmadan takip ederse, hareket üssünden uzaklaşacak ve yeniden menzil hatları kurmaya mecbur olacak; herhalde beklemediği birçok güçlüklerle karşılaşacak; buna karşılık bizim ordumuz toplu bulunacak ve daha elverişli şartlara sahip olacaktır.

Bu şekildeki çekilişimizin en büyük sakıncası, Eskişehir gibi önemli yerlerimizi ve birçok topraklarımızı düşmana bırakmaktan dolayı kamuoyunda doğabilecek manevi sarsıntıdır. Fakat kısa zamanda elde edebileceğimiz başarılı sonuçlarla, bu sakıncalar kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Askerliğin gereğini kararsızlığa düşmeden uygulayalım. Başka türden sakıncalara karşı koyabiliriz.

Ordunun başına geçmemi isteyenler

Efendiler, gerçekten de tahmin ettiğim manevi sakıncalar hemen kendini gösterdi. İlk duyarlık Meclis’te belirdi. Özellikle muhalifler, kötümser nutuklarla feryada başladılar: Ordu nereye gidiyor; millet nereye götürülüyor? Bu gidişin elbette bir sorumlusu vardır; o nerededir? Onu göremiyoruz. Bugünkü acıklı ve korkunç durumun asıl sorumlusunu ordunun başında görmek isterdik diyorlardı. Bu şekilde konuşan kimselerin dolaylı yoldan kastettikleri şahsın ben olduğuma şüphe yoktu.

En sonunda, Mersin Milletvekili Salahattin Bey, kürsüden benim adımı söyleyerek: Ordunun başına geçsin! dedi. Bu teklife katılanlar çoğaldı. Buna karşı olanlar da vardı.

Efendiler, bu görüş ayrılıklarının sebepleri üzerinde biraz açıklamada bulunmak uygun olur. Bir defa, benim doğrudan doğruya ordunun başına geçmem teklifinde bulunanların düşünce ve maksatlarını ikiye ayırmak mümkündür.

Benim ve benimle birlikte birçoklarının o zaman anladığımıza göre, birtakım kimseler, artık ordunun büsbütün yenildiğine, durumun iadesine imkan kalmadığına, bundan dolayı da davanın, güttüğümüz milli davanın kaybedildiği yargısına varmışlardı. Bu sebeplerle duydukları öfke ve hıncın acısını benden almak istiyorlardı.

İstiyorlardı ki, kendi zanlarına göre bozguna uğramış ve bozgunu devam edecek olan ordunun başında benim de şahsiyetim bozguna uğrasın! Diğer birtakım kimseler, diyebilirim ki çoğunluk, bana karşı duydukları güven dolayısıyla, samimi olarak ordunun başına geçmemi arzu ediyorlardı.

Şimdilik komutanlığı fiili olarak üzerime almamı sakıncalı görenlerin de düşüncesi şuydu:

Ordunun bundan sonraki herhangi bir savaşta başarı kazanamayıp yeniden geri çekilmesi, uzak bir ihtimal değildir. Bu durumlarda ben, fiilen ordunun başında bulunursam, genel kanaate göre son ümidin de yitirilmiş olduğu gibi bir inanç doğabilir.

Oysa, genel durum, daha son tedbir, son çare ve son kuvvetlerin feda edilmesini gerektirecek bir nitelikte değildir. Bundan dolayı, kamuoyunda son ümidin korunabilmesi için benim askeri harekatı şahsen yürütme zamanım gelmemiştir.

Başkomutanlığı kabul ediyorum

Paylaş; başkaları da faydalansın!

Bir Yorum Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.