Nutuk, Vatan için

Nutuk 21. Bölüm ( Çeşitli devletlerle yapılan resmi ve özel temaslar … Taarruza hazırlık emri )

Paylaş; başkaları da faydalansın!

 

Çeşitli devletlerle yapılan resmi ve özel temaslar

Saygıdeğer Efendiler. 1921 yılı içinde, çeşitli devletlerle resmi ve özel birtakım temaslar kuruluyordu. Türk – Rus temas ve ilişkileri olumlu bir yönde gelişiyordu. Fransızlardan başka, İtalyanlar ve İngilizlerle de temaslar kurulmuştu. 1921 yılı Haziranında yanlış anlaşılmaya yol açmış bulunan bir konuyu açıklayacağım.

13 Haziran 1921’de İtilaf Kuvvetleri Başkomutanı General Harrington’un yakınlarından olduğunu söyleyen Binbaşı Henry (Henri) ve Sturton (Ştörton) adlarındaki iki subay motorla İnebolu’ya geldiler. Bu subaylar, General Harrington (Harington) adına şunları bildirdiler: Ben, bir torpido ile İnebolu’dan İstanbul’a Harrington’un Boğaziçi’ndeki yalısına gideyim.

Orada generalle barış esasları üzerinde anlaşayım. Ayrıca, İngiltere’nin bağımsızlığımızı tam olarak kabul ettiğini, Yunanlıların topraklarımızdan çıkarılacaklarını ve daha başka konular üzerinde de tartışmanın mümkün olduğunu söylemişler. Bu subaylara verilen cevapta, benim İstanbul’a gitmeyeceğim ve General Harrington’un İnebolu’ya gelip o sırada orada bulunan Refet Paşa ile görüşmesinin uygun olacağı bildirilmiştir.

18 Haziran 1921 tarihli bir telgraf da İstanbul’da Hamit Bey’den geldi. Bu telgrafta bildirilenler aşağı yukarı şöyleydi: Burada resmi görevi olan bir İngiliz, İngiltere’nin İstanbul’daki en büyük makamı adına bugün bana başvurarak hemen bir barış anlaşması için görüşmeye hazır bulunduklarını, Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’yle derhal ilişki kurmak istediklerini ve acele cevap beklediklerini size bildirmek üzere aracı olmamı rica etti.

Hamit Bey’e verilen cevapta, görüşmelere hazır olduğumuz bildirilmişti.

5 Temmuz 1921’de Zonguldak’a gelen bir İngiliz torpidosu General Harrington’dan bana bir mektup getirmişti. Tercümesi Ankara’ya telgrafla bildirilen bu mektup şuydu:

Komutan Henry vasıtasıyla aldığım habere göre, siz, bana, bir askerin bir askerle görüşmesi tarzında bazı düşünceler bildirmek isteğinde bulunuyorsunuz. Böyle olduğu takdirde, sizce uygun görülecek bir günde İnebolu’da veya İzmit’te sizinle buluşmak üzere Ajax zırhlısıyla gelmeme Britanya Hükümeti’nce izin verilmiştir.

Arzu buyurulduğu takdirde, durum üzerinde son derece açık ve serbest olarak görüşmelere hazırım. Düşüncelerinizi dinlemek ve bunları İngiliz Hükümeti’ne bildirmekle görevliyim. İngiliz Hükümeti adına ne görüşmeler yapmak ne de konuşmak için hiç bir resmi yetkim yoktur. Görüşmenin İngiliz zırhlısında yapılması gerekir. Zırhlıda, yüksek şahsınız kendilerine layık bir biçimde kabul edilecektir. Karaya dönüşlerine kadar tam bir hürriyet içinde bulunacaklardır. Böyle bir buluşma kabul edildiği takdirde, size uygun düşen tarih ve saatlerin bildirilmesini rica ederim.

Bu mektupta yazılanlara göre, General Harrington ile temasa geçmek ve görüşmek isteyenin ben olduğum anlaşılıyor. Halbuki, gerçek böyle değildir. Onun için General Harrington’a şu cevabı verdim:

Zonguldak’a göndermiş olduğunuz mektubun tercümesini, bugün Ankara’ya bildirdiler. Aramızda yapılacak görüşmelerin bir yanlış anlama temeline dayandırılmaması için aşağıdaki noktalara dikkatinizi çekmeye mecburum. 13 Haziran tarihinde Binbaşı Henry ve arkadaşları İnebolu’ya gelerek, zatıalilerinin, Binbaşı Henry aracılığı ile Refet Paşa’ ya teklif edilmiş olan esaslar üzerinde benimle görüşmek istediğinizi bildirmişlerdir.

Nitekim, bu noktalar Binbaşı Henry tarafından size yazılan ve imzalı bir sureti de bize bırakılmış olan mektupta bildirilmiştir. Aramızda doğrudan doğruya yapılan haberleşmenin başlangıcı bundan ibarettir. Milli isteklerimiz sizce bilinmektedir.

Milli topraklarımızın düşmanlardan tamamıyla kurtarılması, milli sınırlanınız içinde siyasi, mali, iktisadi, askeri, adli ve kültürel alanlarda tam istiklal ilkesi kabul edildiği takdirde, görüşmelere başlamaya hazır olduğumuzu bildiririm. Size,

Binbaşı Henry tarafından açıklanan sebepler dolayısıyla, görüşmelerin, sizin çok iyi karşılanacağınız İnebolu kasabasında ve karada yapılması bizce uygun görülmüştür. Bu noktalarda aramızda görüş birliği olup olmadığını belirtecek cevabınızı bekliyorum. Yüksek maksadınız, sadece durum hakkında bilgi almak ise, bunun için arkadaşlarımızdan birini görevlendirebiliriz.

Bu mektuba bir karşılık gelmedi. Ancak, Temmuzun yedinci günü İstanbul’da Hamit Bey’i gören İngiliz maslahatgüzarı Mösyö Rattigan (Retigın), (*) bir tüccar olarak Anadolu’ya gelen Binbaşı Henry’ye, General Harrington’un, oradaki İngiliz esirlerinin yerlerini ve sağlık durumlarını öğrenmeye çalışmasını ve mümkünse, milli orduların İstanbul’a doğru ilerlemeye devam edip etmeyeceklerini Mustafa Kemal Paşa’dan sormasını istediğini, Binbaşı Henry’nin bundan başka teşebbüslere girişmek için bir yetkisinin bulunmadığını bildirmiş.

Efendiler, 1922 yılının Ağustosuna kadar da Batı devletleriyle olumlu anlamda ciddi ilişkiler kurulamadı. Memleketimizde bulunan düşmanları silah gücüyle çıkarmadıkça, gösterebileceğimiz milli varlık ve kudretimizi fiilen ispat etmedikçe, diplomasi alanında ümide kapılmanın doğru olmadığı yolundaki inancımız kesin ve sürekli idi.

En doğru görüşün bu olduğunu, bu olacağını tabii olarak kabul etmek gerekir. Gerçekten de bugünün hayat şartları içinde bir tek fert için olduğu gibi, bir millet için de kudret ve kabiliyetini fiili eserlerle gösterip ispatlamadıkça kendisine değer verilmesini ve saygı gösterilmesini beklemek boşunadır.

Kudret ve kabiliyetten yoksun olanlara değer verilmez. İnsanlık, adalet ve mertliğin gereklerinin yerine getirilmesini, bütün bu vasıflara sahip olduğunu gösterenler isteyebilir.


 (*) Bu isim, bir okuyuş yanlışı olarak 1927 baskısına Ratingan, daha sonraki baskılara Rantigan olarak geçmiştir. Yanlışlık İngiliz Büyükelçiliği kayıtlarına dayanılarak düzeltilmiştir.

Dünya önünde vereceğimiz imtihana hazırlanırken

Efendiler, dünya imtihan meydanıdır. Türk milleti, bunca yüzyıllardan sonra yine bir imtihan, hem bu defa en çetin bir imtihan karşısında bulunduruluyordu. İmtihanda başarı sağlamadan bize karşı lutufkarca davranılmasını beklemek doğru olabilir miydi?

Biz büyük bir ciddiyetle dünya önünde vereceğimiz imtihana hazırlanırken, bir yandan da yabancı gözlemcilerin durumlarını ve bizim için neler duyup düşündüklerini gözden uzak tutmamayı her zaman yararlı buluyorduk.

Bu maksatladır ki, bildiğiniz gibi, önce Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey’i daha sonra da İçişleri Bakanı olan Fethi Bey’i Avrupa’ya göndermiştik. İstanbul üzerinden Avrupa’ya gidecek olan Yusuf Kemal Bey’e, İstanbul’la ilgili bazı özel görevler verilmişti.

Yusuf Kemal Bey, İzzet Paşa ve arkadaşlarıyla ve eğer gerçek bir istek ve dilek olursa Vahdettin ile de görüşecekti. Vahdettin’in, Büyük Millet Meclisi’ni tanıması, İzzet Paşa ve arkadaşlarının bizim çizdiğimiz hedefe doğru yürümeleri gereğini teklif edecekti. Yusuf Kemal Bey, İstanbul’da aldığı talimat çerçevesinde hareket etti.

Fakat, ne yazık ki, İzzet Paşa ve arkadaşları kendisini oyalayıp aldatarak Padişah’a bir müracaatçı imiş gibi götürdüler.

İzzet Paşa ve arkadaşları bununla da yetinmeyerek, Yusuf Kemal Bey’in Avrupa’daki teşebbüslerini karıştırmak ve güçleştirmek için, İzzet Paşa’yı Yunan işgali altında bulunan yerlerden geçirerek, Yusuf Kemal Bey’den önce Paris’e ve Londra’ya gönderdiler. İzzet Paşa, bu yolculuğunu son dakikaya kadar gizlemiştir.

Yusuf Kemal Bey’in Paris ve Londra’da yaptığı görüşmelerden bir sonuç çıkmadı. Yalnız şu anlaşıldı ki, İtilaf Devletleri’nin Dışişleri Bakanları yakın bir zamanda toplanacaklar ve bize barış tekliflerinde bulunacaklarmış.

Anadolu’nun boşaltılması ilke olarak kabul edilmiş ise de, konferans görüşmeleri sırasında savaş başlarsa, barış teşebbüsleri sonuçsuz kalacağı için Yunanlılarla bir ateşkes anlaşması yapmamız gerekirmiş.

Bu hususu Yusuf Kemal Bey’e söyleyen Lord Curzon (Lord Kürzon)’a Yusuf Kemal Bey, konferansın önce Anadolu’nun boşaltılmasına karar verip, bize ve Yunanlılara bildirmemesinin ateşkes anlaşmasından daha etkili olacağını söylemiş. Lord Curzon, ateşkes üzerinde direnmiş ve bunun hükümetimize bildirilerek alınacak cevabın kendisine verilmesini istemiş.

22 Mart 1922 tarihli ateşkes anlaşması teklifi

Yusuf Kemal Bey daha Türkiye’ye dönmeden, İtilaf Devletleri, Dışişleri Bakanları Konferansı, 22 Mart 1922 tarihinde Türkiye ve Yunan hükümetlerine ateşkes anlaşması teklifinde bulundu.

Bu sırada ben cephede bulunuyordum. Ateşkes anlaşması teklifi bana Dışişleri Bakanı Vekili Celal Bey tarafından bildirildi. Bu teklifin ana çizgileri şunlardı: Her iki tarafın birlikleri arasında on kilometrelik, asker bulunmayan bir bölge meydana getirilecek, Birlikler, insan ve cephane bakımından takviye edilmeyecek.

Birliklerin durumunda değişiklik yapılmayacak. Bir yerden bir yere malzeme de götürülmeyecek. Ordumuzu ve askeri durumumuzu, İtilaf Devletleri’nin askeri komisyonları kontrol edip denetleyebilecekler. Bu komisyonların hakemliğini samimiyetle kabul edeceğiz. Çarpışmalar üç ay süre ile durdurulacak ve bu durum, barış için yapılacak ön görüşmeler taraflarca kabul edilinceye kadar, üçer aylık sürelerle kendiliğinden yenilenecektir.

Taraflardan biri yeniden savaşa başlamak isterse, ateşkes süresinin bitiminden hiç olmazsa on beş gün önce karşı tarafa ve İtilaf Devletleri temsilcilerine durumu bildirecek.

Efendiler, Yunanlılar bu teklifi hemen kabul ettiler. Yunan ordusu Sakarya’da maddi ve manevi bakımdan yenilmişti. Bu ordunun yeniden geniş çapta bir taarruza geçerek bir daha talihini denemeye kalkışması güçtü.

Bunu, bu gerçeği anlamak elbette herkesçe mümkün olmuştu. Yunan ordusunu yeniden kesin sonuç verecek bir harekata yöneltmek imkanı olmayınca, bizim de bir yıla yakın bir zamandan beri hazırlığı ile uğraştığımız ordumuzu uyuşukluğa düşürmek, milli hükümete ümitler vererek bekleyiş içinde bırakmak ve böylece geçecek zaman içinde milli hükümeti ve orduyu gevşetmek doğrusu önemli bir tedbirdi. Bu bakımdan İtilaf Devletleri’nin Anadolu’yu boşaltma ve Yakın Doğu sorununu çözme maksadına dayandığını ifade ettikleri bu ateşkes şartlarını ciddiyetle inceledik.

Önce, Ankara’da bulunan Bakanlar Kurulu ile makine başında telgraf görüşmesi yaptık. İstanbul’daki memurumuz vasıtasıyla Dışişleri Bakanlığı’ndan İtilaf Devletleri temsilcilerine verilmesini uygun bulduğumuz ilk karşılık şuydu:

Ateşkes anlaşması teklifinin yapıldığı notayı 23/24 Mart 1922 tarihli telgrafınıza ek olarak bugün 24 Mart 1922 günü saat…’de aldım. Bu nota metni ordunun durumuyla ilgili olduğundan, Bakanlar Kurulu’nda ve gerektiğinde Meclis’te görüşülmeden önce, düşüncesini bildirmesi için, cephede bulunan Başkomutan’a yazdım.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin vereceği cevabı, temsilcilerin istekleri üzere mümkün olan en kısa zamanda bildireceğimi kendilerine duyurunuz, efendim.

24 Mart 1922 tarihinde Bakanlar Kurulu Başkanlığı’na şu düşüncemi bildirdim:

Esas itibariyle, İtilaf Devletleri dışişleri bakanlarının ortaklaşa yaptıkları ateşkes teklifini kabul etmemek veya herhangi bir şekilde bu teklife yanaşılmıyor ve güven gösterilmiyor hissini verecek gibi davranmak doğru değildir. Aksine, ateşkes teklifini iyi karşılamak gerekir.

Bundan dolayı vereceğimiz karşılık olumsuz değil olumlu olacaktır. İtilaf Devletleri’nde iyiniyet yoksa, olumsuz davranış onlardan gelmelidir. Yalnız, biz, onların ileri sürdüğü şartları kabul edemeyeceğimizden, karşı şartlar ileri süreceğiz.

Ertesi gün, ajans ve telgraflar da notadan söz ederek şu haberleri yayınlıyorlardı:

…Yakın Doğu’da barışı yeniden kurmak ve yeniden can ve mal kaybına yol açmadan, Küçük Asya’yı boşaltmak gayesini güttüğü sanılan bu teklifin, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nce olumlu karşılandığı ve İtilaf Devletleri’nin iyiniyet ve tarafsızlığına güvenerek hükümetçe olumlu karşılık verilmesinin kuvvetle ümit edildiği hükümet çevrelerince ifade edilmektedir.

Bu teklifin akla yatkın, uygulamaya elverişli şartları içine almasını ve barışın bir an önce yapılmasını sağlayacak şekilde kısa süreli olmasını dileriz.

Bakanlar Kurulu’nun, verilecek cevabın Avrupa’da bulunan Dışişleri Bakanımızın dönüşüne bırakılması yolundaki düşüncesine karşı da, beklemenin gerekli olmadığını bildirerek, verilecek cevapla ilgili genel kararımı şöyle özetledim:

Ateşkes anlaşması teklifini prensip olarak kabul ediyoruz. Ancak, ordunun eksiklerinin ve hazırlıklarının tamamlanmasından bir an geri kalınmayacaktır.

Ordumuzun içine yabancı denetleme heyetleri sokmayacağız. Bu teklifi, Anadolu’nun boşaltılması için kabul etmekle birlikte, uygulanabilir ve gerçekleştirilebilir şartlar ileri süreceğiz. Ateşkes anlaşmasıyla birlikte, boşaltma işinin başlaması, en önemli şartımız olacaktır.

Martın 24’üncü günü makine başında, ben notaya verilecek karşılığı Bakanlar Kurulu’na bildirdim. Bakanlar Kurulu da Ankara’da hazırladıkları bir cevap suretini bana bildirmişti.

İki cevap metinleri arasında bazı ayrılıklar görüldü. Nihayet 24/25 Mart gecesi Bakanlar Kurulu ile Sivrihisar’da birleşerek, verilecek karşılığın son şeklini görüşüp tespit etmeye karar verdik.

Efendiler, İstanbul’daki özel memurumuzun Dışişleri Bakanlığı’na çektiği 25 Mart tarihli şifreli telgrafına göre, bu memurumuz Tevfik Paşa ile görüşmüş.

Tevfik Paşa, temsilcilerin İstanbul Hükümeti’ne de verdikleri aynı notayı Ankara’ya göndererek, alınacak cevabın kendilerine bildirilmesini rica ettiklerini söylemiş.

Memurumuz, Tevfik Paşa’ya söz hakkının yalnız ateşkes anlaşması teklifi üzerinde mi, yoksa bütün işlerde mi Ankara’ya ait olduğunu sormuş. Tevfik Paşa bu soruya cevap vermemiş. Memurumuz, İzzet Paşa’dan ne gibi haberler aldığı sorusuna, Tevfik Paşa şu karşılığı vermiş: İzzet Paşa, yakında konferansın toplanacağını ve ne olursa olsun aşırılığa kaçılmamasını bildiriyor.

Ateşkes anlaşması teklifine cevap vermeye hazırlanırken alınan barış teklifi

Efendiler, Sivrihisar’da ateşkes anlaşması teklifi ile ilgili notaya verilecek cevap kararlaştırıldıktan sonra, Bakanlar Kurulu Ankara’ya döndü.

Fakat bu cevabı vermeye vakit kalmadan, Paris’te toplanan Dışişleri Bakanları Konferansı’nın 26 Mart 1922 tarihli ikinci bir notası alındı. Bu nota İtilaf Devletleri’nin, barış esasları ile ilgili tekliflerini içine alıyordu. Bu tekliflerin ana çizgileri şunlardı:

Gerek Türkiye’de gerek Yunanistan’da azınlıkların haklarının korunmasına ve bu maksatla konulacak kuralların uygulanmasına Milletler Cemiyeti’nin de katılması. Doğuda bir Ermeni yurdunun kurulması ve bu işe de Milletler Cemiyeti’nin katılması;

Boğazların serbestliğini sağlamak üzere Gelibolu yarımadasında ve Boğazlar’ın çevresinde askerden arınmış bir bölgenin oluşturulması;

Trakya sınırının Tekirdağ’ı bize, Kırklareli, Babaeski ve Edirne’yi Yunanlılar’a bırakacak şekilde tespiti;

Bizde kalacak olan İzmir’in Rumlarına ve Yunanistan’da kalacak olan Edirne’nin Türklerine, bu şehirlerin yönetimine adaletli bir şekilde katılabilmelerini sağlamak üzere uygun bir yöntemin kararlaştırılması;

Barış yapılır yapılmaz İstanbul’un İtilaf Devletleri’nce boşaltılması;

Sévres projesi ile elli bin kişi olarak tespit edilen Türk silahlı kuvvetlerinin seksen beş bine çıkarılması ve Sévres projesinde olduğu gibi askerlerimizin ücretli asker olması;

Sévres projesindeki mali komisyonun kaldırılması dışında, İtilaf Devletleri’nin iktisadi çıkarlarının gözetilmesi, dış borçların ve bize yükletilecek savaş tazminatının ödenmesinin sağlanması için Türk hakimiyeti ile bağdaşabilecek bir yöntemin tayini;

Adli ve iktisadi kapitülasyonlarda değişiklik yapılmak üzere bir komisyonun kurulması.

Efendiler, İtilaf Devletleri’nin ateşkes anlaşması teklifi ile ilgili ilk notaları iyice incelendikten ve ikinci ayrıntılı notalarının taşıdığı şartlar da görüldükten sonra, bu devletlerin İstanbul Hükümeti ile birlik olarak bizi yoketme maksadına dayanan çalışmalarla yeni bir safha açtıkları yargısına varmak pek tabii idi. Buna karşı, durumun çok ciddi olduğunu düşünerek esaslı ve büyük bir savaşa hazırlanmak gerekiyordu.

Önce, bize teklif edilen şartların ne olduğunu millete ve dünya kamuoyuna açıklamak yerinde olurdu. Bu konudaki düşüncelerimi Bakanlar Kurulu’na bildirdim.

Her iki notaya, 5 Nisan 1922 tarihinde verilen cevabımızın ana noktalarını hatırlatayım:

Ateşkes anlaşmasını ilke olarak kabul ettik. Fakat temel şart olarak, ateşkes anlaşmasıyla birlikte Anadolu’nun boşaltılması işine hemen başlanmasını da zaruri bulduk. Ateşkes süresinin Anadolu’nun boşaltılma süresi olan dört aydan ibaret olmasını teklif ettik. Boşaltma işi bittiği zaman barışla ilgili ön görüşmeler sonuçlanmamış olursa, ateşkesin kendiliğinden üç ay daha uzamasını kabul ettik.

Boşaltma işinin nasıl yapılacağı konusundaki teklifimiz de şuydu:

Ateşkes anlaşmasının yürürlüğe girişinden başlayarak ilk on beş gün içinde Eskişehir – Kütahya – Afyonkarahisar kesimi ve anlaşma süresi olan dört ay içinde, İzmir de dahil olmak üzere, işgal altındaki bütün topraklarımız boşaltılacaktır.

Ateşkes anlaşması ile ilgili tekliflerimiz İtilaf Devletleri’nce kabul edildiği takdirde, barış tekliflerini incelemek üzere, üç hafta içinde delegelerimizi kararlaştırılacak şehre göndermeye hazır olduğumuzu bildirdik.

Bu notamıza 15 Nisan 1922’de cevap verdiler. Elbette olumsuzdu. Biz de 22 Nisan’da buna cevap verdik. Bu cevabımızın sonunda, ateşkes konusunda anlaşmaya varılmasa bile, barış görüşmelerini geciktirmenin uygun olmayacağını bildirdik.

İzmit’te bir konferans toplanmasını teklif ettik. Bu yazışmalar da sonuçsuz kaldı. Beykoz’da veya Venedik’te bir konferansın toplanması birçok defa söz konusu oldu. Fakat, son zaferimizin kazanıldığı ana kadar, bunların hiçbiri gerçekleşmedi.

Başkomutanlık Kanunu’nun tarihçesi

Saygıdeğer Efendiler, bizim Başkomutanlığımız ile ilgili 5 Ağustos 1921 tarihli kanunun ayrıca bir tarihçesi vardır. Arzu buyurursanız, bu konuda yüksek kurulunuzu biraz aydınlatayım.

Başkomutanlık Kanunu’nun süresi birinci defa 31 Ekim 1921’de; ikinci defa 4 Şubat 1922’de; üçüncü defa 6 Mayıs 1922’de uzatıldı. Her defasında muhaliflerin türlü türlü eleştiri ve hücumlarına uğradı. Özellikle üçüncü defa uzatılışı oldukça önemli bir olay haline geldi.

6 Mayıs 1922 gününden önceki günlerde, zamanı geldiği için, kanunun süresinin uzatılması Meclis’te söz konusu edilmiş; ben, rahatsızlığım dolayısıyla Meclis’te bulunamamıştım. 5 Mayıs akşamı evime gelen Hükümet üyeleri durumu şöyle anlattılar:

Meclis’teki muhalifler benim Başkomutanlıkta kalmamı istemiyorlar. Birçok tartışmalı görüşmelerden sonra, teklif oya konmuş fakat çoğunluk sağlanamamış; yani Başkomutanlık Kanunu’nun süresinin uzatılması kabul edilmemiş, Bakanlar Kurulu üyeleri ve
özellikle askeri durumu yakından izleyen kimseler durumunda olan Genelkurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı pek çok üzülmüşler. Meclis’in gösterdiği bu tutum karşısında kendilerinin de göreve devamlarında bir yarar olmayacağını ileri sürerek, istifaya kalkıştılar.

Memleketin yüksek çıkarları uğruna Başkomutanlık görevine devam kararı verdim

Meclis’in oyunu belli ettiği dakikadan başlayarak ordu komutansız kalmıştı. Genelkurmay Başkanı ve Bakanlar Kurulu da istifa ettiği takdirde, memleketin genel yönetiminde, üzerinde durup düşünülmeye değer ağır bir bunalımın doğması kaçınılmazdı. Onun için gerek Genelkurmay Başkanı’na gerek Bakanlar Kurulu’na daha yirmi dört saat sabretmelerini ve beklemelerini rica ettim. Memleketin ve milli gayenin yüksek çıkarları adına, ben de Başkomutanlık görevini yürütmeye devam kararını verdim ve bunu Bakanlar Kurulu’na da bildirdim.

Ertesi günü, yani 6 Mayıs 1922’de yapılan bir gizli oturumda Meclis’e açıklama yapacağımı bildirdim. Açıklamadan önce, Başkomutanlık aleyhinde söz söylemiş olan kimselerin düşüncelerini Meclis zabıtlarını getirterek, birer birer incelemiş bulunuyordum.

Efendiler, sizleri fazla yormamak için arz ettiğim gizli oturumdaki konuşmamı özetlemekle yetineceğim:

Efendiler, dedim; Başkomutanlık ve Başkomutanlık Kanunu konusunda, başlangıçta olduğu gibi bugün de kanunun gereksizliğinden veyahut değiştirilmesi gereğinden söz eden ve Başkomutanlığın varlığından şikayetçi olan kimseler vardır. Bu şikayetçilerin hep aynı kimseler olduğu görülmektedir. Ben gereksiz bir mevkiin, bir makamın mutlaka devam ettirilmesi taraflısı değilim. Herhangi bir makama sınırsız yetkiler verilmesini sağlayacak kanunların da taraflısı değilim. Ancak, Başkomutanlık makamının ve bu makama yetki veren kanunun gerekli olup olmadığına karar verebilmek için, genel durumun, askeri durumun iyice gözden geçirilmesi ve incelenmesi gerekir. Bu nokta ile ilgili düşüncelerimi arz etmeden önce, Başkomutanlığın ve kanunun gereksizliği üzerine söz söylemiş olan kimselerin, bazı ifadelerini hep birlikte gözden geçirelim.

Örnek olarak, Salih Efendi (Erzurum Milletvekili), benim, Meclis’in hakkını zorla ele geçirdiğimi, zorla ele geçirmek istediğimi söyleyerek, çok açık olan hakkımızı vermeyiz diye feryat etmiş.

Efendiler, açık konuşacağım, beni bağışlayınız; her birinizin olağanüstü yetki ile seçilmesine ve olağanüstü yetkiye sahip bir Meclis’in kurulmasına ve bu Meclis’in memleketin kaderini ele alacak bir nitelik kazanmasına çalışan benim! Bunda başarı sağlamak için en yakın arkadaşlarımla görüş ayrılığına ve çatışmaya düştüm. Bütün hayatımı, varlığımı, bütün şeref ve haysiyetimi tehlikeye attım. Demek oluyor ki, bu benim eserimdir. Ben eserimi alçaltmakla değil yükseltmekle görevliyim. Salih Efendi’den hiç olmazsa, beni de kendisi kadar olsun, bu Meclis’in haklarıyla ilgili saymasını rica ederim. Fazla bir şey istemem. Bu sözlerden sonra, Meclis’in hakkını zorla ele geçirmek sözünü reddeder ve olduğu gibi Salih Efendi’ye iade ederim. Böyle bir şey söz konusu değildir ve olamaz.

Efendiler, Başkomutanlık konusunun gizli oturumda görüşülmesinin uygun olacağı yolunda bir önerge verilmiş. Bu da türlü şekillerde yanlış yoruma uğramış. Konunun açık oturumda görüşülmesi istenmiş. Afyonkarahisar Milletvekili Mehmet Şükrü Bey, gizli oturumlarla gerçeğin milletten gizlenmek istendiğini söylemiş. Bir defa Türkiye Büyük

Millet Meclisi, yalnız yasama görevi olan bir meclis değildir. Yürütme yetkisine de sahip bulunuyor. Böyle olmasa bile, memleketin, devletin her türlü işleriyle ilgili kararları, vaktinden önce açıkça söz konusu etmek ve herkese duyurmak dünyanın neresinde görülmüştür? Özellikle söz konusu edilen durum, düşman karşısında bulunan bir ordunun Başkomutanı ile ilgili olursa, bunu açık oturumda görüşerek, lehte olduğu gibi aleyhte söylenen sözleri de düşmana işittirmekte, memleketin bir çıkarı var mıdır?

Başkomutanın ordu üzerindeki, özellikle düşman üzerindeki etki ve nüfuzunun çok büyük olması gerekir. Hatta, Hüseyin Avni Bey’in burada söz konusu ettiği rahatsızlığımın bile, düşman tarafından işitilmesi sakıncalıdır. Buna ne gerek vardı. Görüyorsunuz ki, konunun gizli oturumda görüşülmesinden maksat, Mehmet Şükrü Bey’in dediği gibi, hiçbir vakit gerçekleri milletten gizlemek düşüncesine dayanmamaktadır. Keşke açık oturumda bir sakınca olmasaydı da, Mehmet Şükrü Bey, kürsüden istediklerini bağıra bağıra söyleseydi. Ben de Mehmet Şükrü Bey’in sözlerindeki anlamı ve gizli maksadı millete açıklasam ve yorumlasaydım. Şükrü Efendi bilsin ki, millet onun gibi düşünmüyor. Şükrü Efendi bilsin ki, onun dediği gibi komedya oynamıyoruz. Biz, buraya komedya oynatmak için toplanmadık. Efendiler, komedya oynayan ve oynatan Şükrü

Efendi’nin kendisidir. Fakat emin olsun ki, biz o komedyaya kapılmayacağız. Şükrü Efendi oynamak ve oynatmak istediği komedya sonunda, yakalandığı kanun pençesinden ne kadar büyük bir alçalma ile kurtulduğunu, unutacak kadar çok zaman geçmemiştir.

Efendiler, Hüseyin Avni Bey, Başkomutanlık Kanunu aleyhinde konuşurken birtakım sözler sarfetmiş. Yüksek Meclis’e Bu tutumla milleti rezil edeceksiniz! demiş.

Miskinler sözünü kullanmış. Görevler şahıslara bağlı değildir; şahıs yoktur, millet vardır gibi kurallar ortaya atmış.

Gerçi asıl olan millettir, toplumdur. Onun da genel iradesi Meclis’te kendini gösterir. Bu her yerde böyledir. Fakat, fertler de vardır. Meclis, memleket ve devlet işlerini fertlerle şahıslarla yapmaktadır. Her devletin işlerini yürüten şahıs ve şahıslar meydandadır. Gerçeği, anlamsız birtakım düşüncelerle inkarın yeri değildir.

Efendiler, Hüseyin Avni Bey, ikide birde, birtakım anlamsız sözlerle konuşmamı kesiyordu. Kendisine ağır uyarıda bulundum. Meclis’in mahalle kahvesi olmadığını söyledim.

Kendisinden, milletin kabesi olan kürsüye saygılı olmasını istedim.

Efendiler, konuşanlardan biri de Salahattin Bey’dir. Salahattin Bey, bize taarruz edip edemeyeceğimizi sormuş imiş… Biz de edeceğiz demişiz… Kendisi de edemeyeceksiniz! demiş. Ve en sonunda edememişiz!.. Kendi dediği çıkmış.

Halbuki, taarruzun ertelenme sebeplerini yeri geldikçe yeterince açıkladığımızı sanıyorum. Tekrar edeyim ki, taarruz edeceğiz. Düşmanı vatanımızdan kovacak ve uzaklaştıracağız. Bu kararımızdan dönmeyeceğiz. Kararsızlığı gerektiren hiçbir sebep düşünülemez. Bundan başka, Salahattin Bey demiş ki, ordu güç bakımından en yüksek seviyeye gelmiştir. Evet, ordumuz mükemmeldir; fakat, istenilen seviyeye gelmemiştir. Kendisi gibi bir asker arkadaşın, yüksek kurulumuzda böyle konuşabilmesi için, ordunun içyüzünü bilmesi gerekir. Halbuki, Salahattin Bey, bundan çok uzaktır.

Ordu ile yakından ilgilenenlerin sözü, yalnız benim sözüm değil, bütün komutanların sözü, kendisini yalanlamaktadır. Fakat hiç şüphe yok ki, ordumuzu layık olduğu seviyeye getireceğiz. Salahattin Bey’in en önemli sözlerinden biri de, bizim başlıca görevimiz siyaset yapmaktır şeklindeki düşüncesidir. Hayır Efendiler, bizim önemli ve asıl olan görevimiz siyaset yapmak değildir. Bizim, bütün memleketin ve bütün milletin bugün için tek görevi, topraklarımızda bulunan düşmanı süngülerimizle kovmaktır. Bunu yapamadıkça, siyaset anlamsız bir sözden ibaret kalır. Bununla birlikte, bir dakika için, Salahattin Bey’in sözlerini kabul edelim! Buna ben engel miyim? Başkomutan engel

midir? Bu sözün Başkomutanlık Kanunu ile ne ilgisi vardır? Anlaşılıyor ki bir engelleme ve bir zıtlaşma düşünülmektedir. Ben milli hedefe ulaşılabilmesi için tek çıkar yolun savaş ve savaşta başarı olduğunu söylüyorum. Bütün gücümüzü, bütün kaynaklarımızı ve bütün varlığımızı orduya vereceğiz. Kudretimizi dünyaya tanıtacağız ve ancak ondan sonra milleti insan gibi yaşatmak mümkün olacaktır! diyorum.

Salahattin Bey, işte bu anlayışı, aklınca siyaset yapmaya engel sanıyor ve konunun siyasetle çözüme bağlanabileceğini zannediyor. Bir de Salahattin Bey diyor ki, bugünkü askeri durumun gerektirdiği masrafları incelemek için, Başkomutanlığın varlığı bir engeldir.

Efendiler, bu doğru değildir. Başkomutan, Meclis’in, mali kaynakları incelemesine ne zaman engel olmuştur? Gelir kaynaklarımızla ne yapabileceğimiz konusundaki endişe belki herkesten çok beni meşgul etmektedir. Yalnız, ben, ordumuzun varlık ve kuvvetini paramıza göre ayarlama görüşünü kabul edenlerden değilim. Paramız vardır, orduyu kurarız; paramız bitti, ordu dağılsın.. Benim için böyle bir mesele yoktur. Efendiler, para vardır veya yoktur; ister olsun ister olmasın, ordu vardır ve olacaktır. Bu konuda bir hatıramı da aktarayım. Ben ilk defa bu işe başladığım zaman en akıllı ve düşünür geçinen birtakım kimseler bana sordular: Paramız var mıdır? Silahımız var mıdır?

Yoktur dedim. O zaman, O halde ne yapacaksın? dediler. Para olacak, ordu olacak ve bu millet istiklalini kurtaracaktır dedim. Görüyorsunuz ki, hepsi oldu ve olacaktır.
Birtakım Efendiler de, Başkomutan millete angarya yaptırıyor demişler. Halbuki kanunun memlekette angaryayı yasakladığını söylemişler. Bu doğrudur Efendiler; fakat, ihtiyaç, tehlike bize her şeyi meşru göstermektedir. Ordunun ihtiyaçları, millete angarya yaptırmayı gerektiriyorsa, bunu yapıyoruz ve en doğru kanun budur. Milletin ve ordunun yenilmemesi için, kanun buna engeldir diye, gerekli gördüğüm tedbiri almaktan çekinmeyeceğim.

Efendim, Kara Vasıf Bey de demişler ki, her yerde başkomutan vardır. Fakat başkomutanlık için ayrıca bir kanun yoktur. Eldeki askeri kanunlar, her komutanın olduğu gibi başkomutanın da görev ve yetkilerini belirtir ve sınırlandırır. Bunu da ilim tayin ve tespit eder.

Bilinmektedir ki, devletler, biribirinden farklı hükümet şekilleriyle idare edilirler. Şekillerine göre, başlarında krallar, imparatorlar, padişahlar bulunur. Bazılarının başlarında cumhurbaşkanları vardır. Böyle memleketlerde, başkomutan, devletin başında bulunan kimsedir. Bu kimse başkomutanlık görevini ya kendisi yapar yahut birini vekil tayin eder.

Bizim bugünkü hükümet şeklimize göre, başkomutanlık yetkisi Meclis’in manevi şahsiyetinde toplanmıştır. Bunun için, Meclis, falan veya filan kimseyi başkomutan seçtiğini ifade edince, bu ifadeye kanun derler. Kral, padişah ve imparatorun buyurduğuna irade dendiği gibi, Meclis’ten çıkan milli iradeye de kanun adı verilir. O halde kanun vardır.

Bir meclisin olağanüstü bir zamanda kendisine olağanüstü görev verdiği başkomutan, Kara Vasıf Bey’in komutanların görev ve yetkilerini belirterek sınırlandırdığını işaret ettiği Askeri Ceza Kanunu ile İç Hizmet Yönetmeliği çerçevesinde kalması gereken bir komutan değildir.

Kara Vasıf Bey’in ilim tayin ve tespit eder dediği şey, büsbütün başkadır. Askerlik ilim ve teknikleri, askerlik sıfatını ve başkomutan olacak kimsede bulunması gereken vasıfları sıralar, açıklar ve öğretir. Yoksa, insanları başkomutanlığa getirme işi, komuta edilecek ordunun asıl sahibi veya meşru vekilleri tarafından yapılır. Başkomutanlık vasıflarını taşıyorum diyen bir kimsenin o mevkiye kendiliğinden gelebilmesinin anlamı ise büsbütün başkadır.

Kara Vasıf Bey, bir de demiş ki; Başkomutan, cephenin gerisindeki işlerle uğraşmasın! Bu düşünce yanlıştır. Cephenin insan sayısıyla, yiyeceği, giyeceği, silah ve cephanesi ve daha başka eksiklikleriyle ilgili bulunan başkomutan, elbette bütün bunların geride bulunan kaynaklarıyla da ilgilidir.

Kara Vasıf Bey, bu ileri sürdüğü düşünceyi hangi kitapta, hangi alanda, hangi yerde görmüş! Gerçi, hem cephe ile hem de gerideki birçok işlerle uğraşmak güçtür. Bir adam hem cepheye komuta edecek, savaş idare edecek, hem de bu işlerle birlikte cephe gerisinde birçok şeylerin yapılmasını sağlayacak. Bunu bir adam nasıl yapabilir? Şüphesiz yapar. Fakat yapar dediğim zaman, Başkomutan şu an cepheye komuta eder, sonra kalkar oradan filan yere gider, yiyecek işini yoluna koyar; filan yere de gider ordunun ikmal işini yapar demek değildir. Üzerlerine büyük işler almamış olan insanların bu konudaki kararsızlıklarını çok görmemelidir.

Bakınız, size bir örnek vereyim: Ben çok acemi komutanlar gördüm. Söz gelişi, bir alay komutanı, yeni tümen komutanı olmuş veya bir tümen komutanı yeni kolordu komutanı olmuş; biraz da tecrübesiz! Daha tecrübe edinmeye zaman bulamadan, güç durumlar karşısında kalmış. Görevi boyunca bir tümene alışmış iken, düşman karşısında iki veya üç tümene birden komuta etmek zorunda kalınca, kararsızlığa düşmesi ve güçlüklere uğraması olağandır.

Bir tek tümene komuta ettiği zaman, tümenin bütün birliklerini elden geldiği kadar aynı anda görüp idare edebilen acemi komutan, gözden uzak mevzilerde yer alan iki üç tümenin Muharebesini idare etmek zorunda kalınca, kendi kendine: Ben hangi tümenin yanında bulunayım, onun mu, bunun mu? Orada mı, burada mı? diye sorar… Hayır! Ne orada bulunacaksın, ne de burada! Öyle bir yerde bulunacaksın ki, hepsini idare edeceksin. O zaman: Ben hiç birini gerektiği gibi göremem! der. Tabii göremezsin, elbette gözlerinle göremezsin! Akıl ve ferasetinle görmek gerekir.

Ordunun kıpırdanamayacağını iddia eden bir gafili alkışlayanlar

Vasıf Bey, bir konuşmasında demiş ki: Biz Sakarya Muharebesi’nden sonra, işte hala kıpırdayamadık, kıpırdayamıyoruz. Bu söz, bazılarının bravo sesleriyle ve alkışlarıyla karşılanmış.

Efendiler, buna pek üzüldüm ve kahroldum, çok utanç duydum. Ordunun kıpırdamamasını ve kıpırdamayacağını iddia eden bir gafilin sözlerini alkışlamak, cidden çok gariptir.

Rica ederim, bunu burada gömelim, kimse işitmesin!

İşte Efendiler, Başkomutanlığın gereksizliğini ispatlamak için söylenen sözlerin bellibaşlıları bunlardan ibaretti. Benim de bu sözlere verebileceğim karşılıklar dinlendi. Bundan sonra düşünüp karar vermek Meclis’e düşer.

Yalnız bir gerçeği gözler önüne sermek zorundayım. Yüce Meclis’in, Başkomutanlığın gereğine inandığına şüphe olmamakla birlikte, muhalefetin, hiç bir temele dayanmayan tutumu, Meclis kararının istenilmeyen bir şekilde çıkmasına yol açtı. Bunun sonucu ne oldu, Efendiler, biliyor musunuz? Başkomutanlık iki gündür belirsiz bir durumda ve boşluktadır.

Şu dakikada ordu komutansızdır. Eğer ben orduya komuta etmekte devam ediyorsam, kanunsuz olarak komuta ediyorum. Meclis’te beliren oy sonuçlarına göre, hemen komutadan el çekmek isterdim. Başkomutanlığımın sona erdiğini hükümete bildirdim. Fakat, önlenmesi imkansız bir felakete meydan vermeme mecburiyeti ile karşı karşıya geldim. Düşman karşısında bulunan ordumuz başsız bırakılamazdı. Bunun için bırakmadım, bırakamam ve bırakmayacağım.

Saygıdeğer Efendiler, bu gizli oturumda, muhaliflerin hükümeti ve orduyu yıkmak için öteden beri kurcaladıkları daha birtakım noktalar üzerinde hemen hemen düelloyu andıran tartışmalar oldu. Sonunda gereği gibi aydınlanmış olan Meclis, oyunu şu yolda belirtti: 11 red, 15 çekimsere karşı 177 oyla Başkomutanlık Kanunu’nun süresi uzatıldı.

Ordunun maddi ve manevi gücü, milli gayeyi tam bir güvenle gerçekleştirecek düzeye yükselmişti

Efendiler, üç ay sonra, yani 20 Temmuz 1922 tarihinde, Başkomutanlık Kanunu, süresi bittiği için yeniden görüşme konusu oldu.

Bu defa Meclis’te yaptığım genel konuşmanın bir kısmını olduğu gibi bilginize sunmama müsaadenizi rica ederim. Demiştim ki:

Artık ordumuzun maddi ve manevi gücü, olağanüstü hiçbir tedbire ihtiyaç duyurmaksızın, milli gayeyi tam bir güvenle gerçekleştirecek düzeye ulaşmıştır. Bu bakımdan, olağanüstü yetkilerin devam ettirilmesine gerek ve ihtiyaç kalmadığı görüşündeyim.

Bugün ortadan kalktığını görmekle sevindiğimiz bu ihtiyacın, bundan sonra da doğduğunu görmemekle mutlu olacağız.

Başkomutanlık görevinin süresi, olsa olsa Misak-ı Milli’mizin özüne uygun kesin bir sonuca ulaşacağımız güne kadar uzar.

Mutlu sonuca güvenle ulaşacağımıza şüphe yoktur. O gün, değerli İzmir’imiz, güzel Bursa’mız, İstanbul’umuz, Trakya’mız ana vatana katılmış olacaktır. O mutlu gün gelince, bütün milletle birlikte, en büyük mutluluklara erişmekle şeref duyacağız.

Benim bundan başka İkinci bir mutluluğum daha olacaktır ki, o da kutsal davamıza başladığımız gün bulunduğum duruma dönebilmekliğim imkanıdır. Dünyada, milletin bağrında serbest bir fert olabilmek kadar büyük bir mutluluk var mıdır?

Gerçekleri bilen, kalbinde ve vicdanında manevi ve kutsal bazlardan başka zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun, maddi makamların hiçbir değeri yoktur.

Efendiler, bu görüşmelerin sonunda, Başkomutanlığın süresiz olarak bana verilmesi kararına varıldı.

Muhalif grubun Meclis’teki faaliyeti

Saygıdeğer Efendiler, muhalif grubun Meclis’teki faaliyeti, bizi kendisiyle biraz daha uğraştıracaktır. İkinci Grup adını alan muhalifler, olumsuz yoldaki direnmelerini uzun süre denediler.

Bakanlar Kurulu’nun seçim şeklini düzenleyen 8 Temmuz 1922 tarihli kanunla, Bakanların ve Bakanlar Kurulu Başkanı’nın doğrudan doğruya Meclis’çe ve gizli oyla seçilmeleri sağlandı.

Böylece, Bakanlar Kurulu Başkanlığı’ndan fiilen uzaklaştırılmış olduğum gibi, Bakanların da benim göstereceğim adaylar arasından seçilmesi ile ilgili hüküm kaldırılmış oldu.

Rauf Bey, Bakanlar Kurulu Başkanı oldu

Muhalif grup, bundan sonra saldırıya geçti. Rauf Bey’i Bakanlar Kurulu Başkanlığı’na getirmeye çalıştı. Bunda başarı da sağladı.

Muhaliflerin gizli niyetlerini anlıyordum. Bununla birlikte Rauf Bey’i yanıma davet ettim. Meclis’teki çoğunluğun kendisini Bakanlar Kurulu Başkanı olarak seçme eğiliminde olduğunu, bunun bence de uygun görüldüğünü söyledim.

Rauf Bey, kararsız bir tavır takındı. Bakanlar Kurulu Başkanlığı’nın bir görevi yoktur dedi. Rauf Bey demek istiyordu ki, Büyük Millet Meclisi’nin Başkanı, Bakanlar Kurulu’nun da tabii başkanıdır. Bakanlar Kurulu’nun aldığı kararlar onun tarafından onaylanmadıkça yürürlüğe girmez. Buna göre, Bakanlar Kurulu Başkanı’nın bir yetkisi ve serbestliği yoktur

 Gerçekten de Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince durum böyleydi. Bununla birlikte, sonunda Bakanlar Kurulu Başkanlığı’nı kabul etti. Rauf Bey, 12 Temmuz 1922 tarihinden 4 Ağustos 1923 tarihine kadar bu görevde kaldı.

Efendiler, bir nokta dikkatinizi çekmiştir. Kara Vasıf Bey’le Rauf Bey, muhalefetin doğuşunda, desteklenmesinde ve yönetiminde, daha ilk günden birlik olmuşlar ve liderliğini yapmışlardır.

Fakat Rauf Bey, açıktan açığa İkinci Grup’a geçmeyerek, bizim içimizde kalma durumunu tercih ediyor. Bu durum üç yıl sürdü. Rauf Bey, en sonunda kendi ifadesiyle: Bizimle birlikte imiş gibi görünmeye artık imkan kalmadığı zaman ayrılığını ilan etmek zorunda kaldı.

Efendiler, muhaliflerin, Meclis’te ordu aleyhine başlattıkları hava devam ediyordu. Sürekli ve ateşli bir şekilde ordunun taarruz kabiliyeti olmadığından ve artık konuyu siyasi tedbirlerle bir çözüme bağlayarak sonuçlandırmanın kaçınılmaz olduğundan etkili bir şekilde söz ediyorlardı.

Taarruz Kararı

Gerçekte ordumuz ihtiyaçlarını ve eksiklerini tamamlamak üzere bulunuyordu. Ben, daha Haziran ortalarında taarruza karar vermiştim. Bu kararımı yalnız Cephe Komutanı ile Genelkurmay Başkanı ve Milli Savunma Bakanı biliyorlardı.

Bildirdiğim tarihlerde bir geziyi vesile ederek İzmit-Adapazarı yönüne hareket ettiğim zaman, Ankara’da Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa Hazretleri’yle görüştükten sonra, o zaman Milli Savunma Bakanı bulunan Kazım Paşa Hazretleri’ni Sarıköy istasyonuna kadar birlikte götürerek, oraya davet ettiğim Cephe Komutanı İsmet Paşa Hazretleri’yle birlikte, taarruz için gerekli hazırlıkların sür’atle tamamlanması ile ilgili kararlar aldık.

Efendiler, artık Büyük Taarruz’dan söz açma sırası geldi. Bilirsiniz ki, Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra, düşman ordusu büyük ve kuvvetli bir grupla Afyonkarahisar-Dumlupınar arasında bulunuyordu.

Bir başka kuvvetli grubuyla da Eskişehir bölgesindeydi. Bu iki grup arasında yedek kuvvetleri vardı. Sağ kanadını, Menderes dolaylarında bulundurduğu kuvvetlerle, sol kanadını da İznik Gölü’nün kuzey ve güneyindeki kuvvetleriyle koruyordu.

 Denilebilir ki, düşman cephesi, Marmara’dan Menderes’e kadar uzanıyordu. Düşman ordusunun teşkilatı, üç kolordu ve bazı müstakil birliklerin mevcudu da üç tümeni bulmaktaydı. Biz, Batı Cephesi’ndeki kuvvetlerimizi iki ordu halinde teşkilatlandırmış ve düzenlemiştik. Bundan başka, doğrudan doğruya cepheye bağlı teşkilatımız da vardı.

Bizim bütün birliklerimiz on sekiz tümen idi. Bundan başka üç tümenli bir süvari kolordumuz ve daha zayıf mevcutlu iki süvari tümenimiz vardı. Teşkilatı biribirinden farklı olan iki düşman ordusu biribiriyle karşılaştırılma, her iki tarafın insan ve tüfek kuvvetleri, aşağı yukarı biribirine denk bulunuyordu.

Yalnız, Yunan ordusu, dünyanın hür ve kendisini destekleyen sanayiine dayandığı için, makineli tüfek, top, uçak, taşıt, cephane ve teknik malzeme bakımından daha üstün durumdaydı. Diğer taraftan bizim ordumuz süvari sayısı yönünden daha üstün bulunuyordu.

1’nci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa’nın yarattığı durum

Burada, sırası gelmişken bir noktayı belirtmeliyim. Ordularımızdan birinin, 2’nci Ordu’nun komutanı bugün Askeri Şura üyelerinden olan Şevki Paşa Hazretleri idi. 1’inci Ordumuzun komutasını Malta’dan gelmiş olan İhsan Paşa’ya vermiştik. İhsan Paşa’nın, kendisini Divan-ı Harbe kadar götüren yersiz ve davranışlarından dolayı, ordu komutanlığından uzaklaştırılması gerekti. Gerçekten, Ali İhsan Paşa; ordunun disiplinini ve genel yönetimini bir çıkmaza sokacak şekilde hareket etti. Örnek olarak, ordusundaki ast komutanlarda, üst komutanlara karşı itaatsizlik edecek durumlar yarattı.

Söz gelişi, ambarlarının mevcudunu günlerce haber vermeyerek ve haber verdirmeyerek genel yiyecek sıkıntısının çekildiği bir sırada, ansızın ambarlarının boşaldığını ve açlık tehlikesi bulunduğunu bildirdi.

Ast komutanları, üstlerine karşı itaatsizliğe ve görevlerini yapmamaya kışkırtma ve bu davranışları destekleme gibi tutumları yanında, ordunun emirlere uyma ve görev duygusuyla oynayacak kadar entrikacı bir yaratılışta olduğu kanaatini de uyandırdı.

Ali İhsan Paşa’nın bilinen, kendisine has özelliklerinden başlıcaları şunlardı:

En küçük birliklere kadar bütün ordusuna, önemli önemsiz her işin ve her kararın ancak kendisi tarafından verileceğini telkin ederek, bütün ordusunda yalnız kendisinin kudret sahibi olduğunu zannettirmek. Büyüklerinden daha üstün olduğunu herkese ispatlamak düşüncesine kapılmak. Gerek resmi iş gerek özel davranış bakımından büyüklerinin itibarlarını düşürmeye çalışmak. Savaş açısından tedbirde yerindelik ve sinirde sağlamlık yönleriyle kendisini deneme fırsatı bulunmamış olmakla birlikte, bu hususta anlaşılan karakteri şuydu: Herhangi bir başarısızlığı mutlaka astına veya üstüne yükleme yolunu her zaman düşünmesi. İhsan Paşa, yumuşak ve nazik davranışlardan çok, sert ve resmi davranışla iş yaptırmayı gerekli bulur.

Ali İhsan Paşa’nın huyu ve ahlakı konusunda, kendisinin kurmay başkanı iken çekilmek zorunda kalan Yarbay Halit Bey’in (Sonradan Kastamonu Milletvekili olmuştur) Batı Cephesi Komutanlığı’na verdiği 20 Ocak 1922 tarihli resmi bir raporunun bazı bölümlerini olduğu gibi bilginize sunacağım. Halit Bey, Birinci Dünya Savaşı’nda, Irak’ta da Ali İhsan Paşa ile birlikte bulunmuştu. Sözünü ettiğim raporda şu cümleler vardır:

…………………………………………… Komutanım Ali İhsan Paşa’nın geldiği günden beri ast komutanların haysiyetini ve görev yapma isteğini kıracak davranışlar içinde bulunması ve yapılan yazışmalardan anlaşılmış olacağı üzere Cephe Komutanlığı’na karşı astlara hissettirecek derecede yakışıksız bir haberleşme kapısı açması, benlik kokusu hissedilen düşünce yarışına girişmesi, dünyanın değer verdiği ve saygı duyduğu cephe karargahının nüfuzunu azaltmak istediğini anlatır bir davranış tarzını benimsemiş olması, beni ciddi olarak düşündürdü ve üzdü. Davranışlarını elimden geldiği kadar değiştirmeye çalıştım. Fakat yine büyük bir fark göremedim.

…………………………………………………Ahlakında yer etmiş bencillik hastalığı, ün yapma hırsı, aşırı kıskançlık ve sonsuz bir bencilliğin etkisiyle baş olmak istediği, davranışlarından ve ast komutanlar yanında söylediği biribirine düşürücü sözlerden anlaşılıyordu. 11’nci Tümen Komutanı istifamı işittikten sonra, bana gizli bir konuşmada: Ali İhsan Paşa’nın Malta’da iken kurtulması için Ferit Paşa’ya mektuplar yazdığını ve İngiliz mandasını kabul etmek için kendi karşısında saatlerce açıktan açığa konuşmalar ve tartışmalar yaptığını söyledi. Ali İhsan Paşa’nın davranışlarına bakarak, bu sözleri dikkat çekici buldum…. Astlardan gelen bazı evrakı cepheye, cepheden geleni astlara olduğu gibi göndererek karşılıklı güven duygularını sarsma şeklindeki davranışları da ayrıca dikkati çekmektedir.

söz gelişi: Şeyhelvan dağının düşman eline geçişi ile ilgili yazışmaların olduğu gibi 2’nci Kolordu’ya, 5’inci Kolordu’dan yazılan bazı raporların da aynen cepheye yazılması gibi. Buna rağmen, söz konusu olayın sorumluluğunu 5’inci Kolordu Komutanı’na yüklemesi ve kendisinden cepheye şikayette bulunması amirlik niteliği ile bağdaştırılamaz.

Tevhid-i Efkar gazetesinde yayınlattığı hatıraları arasında, Ateşkes Anlaşması tarihinden bir gün önce, Musul güneyinde, Şarkat’ta esir olan Dicle Grubu’nun esirlik sebebini yalnız o zaman grup komutanı olan (Şimdi Doğu Cephesi’nde Tümen Komutanı imiş) Yarbay İsmail Hakkı Bey’in üzerine atması da bu karakterinin delilidir. Dicle Grubu 7, 9, 43, 18 ve 22’nci Alaylarla Avcı Alayından oluşmuştur. Bunlardan başka ayrıca 5’inci Tümen’den 13 ve 14’üncü Alaylar da parça parça esir verildi. Ateşkes Anlaşması’ndan bir gün önce 13.000 kişinin esir verilmesi, 50 kadar topun kaybı, gerçekte kendisinin şartlara ve duruma uygun olmayarak verdiği bir emir yüzündendir. İşte bu durum Musul ilinin kaybedilmesine yol açtı.

Halbuki, ateşkes anlaşması yapılacağı belliydi. Gruba, Keyare mevziine çekilmek için direktif verilseydi, İngilizler gruba tesir etmek şöyle dursun yenemezlerdi bile. Bu gruba 5’inci Tümen de katılabilirdi. Ateşkes anlaşması yapıldığı zaman, esir olan sekiz piyade alayı elde bulunur ve Musul da bizde kalırdı. Fakat sefil bir düşünce mantığa galebe çalmıştır.

Hatıralarında, Dicle boyundaki bütün başarı ve Townshend’in esir alınması şerefi, kendisine maledilmiştir…… Her başarıyı kendisine aitmiş gibi gösteren yayınlar yaptırmaktan maksadı, kamuoyunu aldatarak şöhret ve mevki kazanmaktır. Ünlü adamların hatıralarını yayınlamak, millette övünme duygularını canlı tutar ve gereklidir de. Ancak, tarihin sorumlu tutacağı kimselerin hareketlerini övünülecek şeyler arasında saymak tarihi lekeler ve gelecek nesilleri yanlış düşüncelere sürükler.

General Marshall’ın: Yarın öğleye kadar Musul’u terk ediniz; aksi halde savaş esirisiniz! emrini aldığı zaman o büyüklük taslayan Paşa Hazretleri, Sincar Çölü’nü geçerek Nusaybin’e gitmek için General Marshall’dan resmi bir yazı ile kendisini koruyacak iki zırhlı otomobil istedi ve bunların koruyuculuğunda Aşir Bey’le (şimdiki Milli Savunma Bakanı Müsteşar Yardımcısı Aşir Paşa’ dır) beni Musul’da bırakarak Nusaybin’e gitti. Aşiretler arasında hükümetin manevi otoritesini de kırdı.

Bu durumu görenlerin vicdanı sızladı. Zaho yoluyla, koruyucusuz gidebilirdi veya süvari alarak çölden geçebilirdi. Halep’te İngiliz generalinden şahsı için özel tren istedi ve yolda hakarete uğramaması için muhafız bulundurulmasını istemeyi de unutmadı. Gerektiğinde hayatının ve rahatının korunması için milli şerefi unutan Paşa Hazretleri’nin ahlakına örnek olmak üzere yukarıdaki olayları dile getirdim……. Eski komutanıma hoş görünmedim. Çünkü hırsına hizmet etmedim ve dalkavukluğunu yapmadım… Millete, Milli Ordu’yu kuran ve zaferler kazanan büyük komutanlar gibi asil ruhlu, iyi niyetli kılavuzlar, komutanlar gerekir. Orduda birlik ve uyumun bozulmasına, görev aşkının zayıflamasına çalışanlar, dahi de olsalar zararlı birer şahsiyettirler.

Ben, çekilen emekleri bildiğim, girişilen kutsal mücadelede başarıya ulaşmayı istediğim için, kötü niyetli olmadığıma ve çıkar gözetmediğime namusum ve mukaddesatım üzerine yemin ederek bunları anlatmaya cür’et ettim. İran’da, Kafkasya’da uzun süre yaverliğini yapan (şimdi Birinci Ordu Harekat Şubesi Müdürü) Binbaşı Cemil Bey, son günlerde bana: İyi ki Ali İhsan Paşa, Milli Mücadele’nin başlangıcında Anadolu’da bulunmadı. Malta’da bulunduğu iyi oldu.

Aksi halde, hiç şüphe yok ki, aykırı bir yol tutardı dedi. Paşa’nın nasıl bir insan olduğunu çok iyi bilen Cemil Bey, pek doğru söylemiştir… Ulu Tanrı’dan kış uykusuna yatmış yılana güneş göstermesin dileğinde bulunurum.

Efendiler, Ali İhsan Paşa, Meclis’teki muhalifler grup ileri gelenleri ile de temas ve haberleşmelerde bulunuyordu. Kendisinin komutanlığına son verilerek, hakkında kanuni işleme devam edilmek üzere Milli Savunma Bakanlığı emrine verilmesini onayladığım 18 Haziran 1922 gününün ertesinde, yani 19 Haziran tarihinde, o zaman Türkiye Büyük Millet Meclisi İkinci Başkanı bulunan Rauf Bey’den, makina başında, İhsan Paşa ile ilgisini gösterir bir şifreli telgraf almıştım. Yeri gelince bu telgrafı da bilginize sunmuştum. O günlerde Adapazarı, İzmit taraflarında gezide bulunuyordum. Rauf Bey telgrafında diyordu ki: 1’inci Ordu Komutanı Ali İhsan Paşa’nın görevden alınarak Divan-ı Harbe verilmek üzere Konya’ya gönderildiğine dair Meclis çevrelerinde dedikodulara yol açan bir söylenti vardır..

Efendiler, bir komutanın görevden alınması, göreve tayini veya askeri mahkemeye verilmesi işleminin üzerinden bir gün bile geçmeden, Meclis’çe dedikodu olabilecek bir söylenti haline gelmesi ve Meclis İkinci Başkanı’nın bu olayla, benden açıklama isteyecek kadar yakından ilgilenmesi dikkat çekici değil midir? Rauf Bey’e tarafımdan gereken cevap verildi. 1’inci Ordu Komutanlığı bir süre vekaletle idare edildi. Fakat birinin asil olarak tayini gerekiyordu.

Moskova Sefirliği’nden dönmüş olan Fuat Paşa’nın 1’inci Ordu Komutanlığı’nı kabul edip etmeyeceği konusunda düşüncesini almak istedim. Anladım ki, cephe komutanlığı yapmış olduğundan, cephe komutanının emrine girmek istemiyor. Milli Savunma Bakanı bulunan Kazım Paşa vasıtasıyla 1’inci Ordu Komutanlığı’nı, Refet Paşa’ya teklif ettirdim. Kabul etmemiş. Nihayet, o tarihlerde kayıtsız şartsız cephe emrine girerek görev yapacağını söyleyen ve açıkta bulunan Nurettin Paşa’yı 1’inci Ordu Komutanlığı’na getirdik.

Taarruz planımızın ana çizgileri

Efendiler, düşman ordusunun cephe ve teşkilat durumu ile, ona karşı Bati Cephesi’ndeki kuvvetlerimizin esas olarak iki ordu halinde kurulup düzenlenmiş olduğunu söylemiştim. Öteden beri tasarlamış olduğumuz taarruz planımızın ana çizgilerini de arz edeyim:

Düşündüğümüz, ordularımızın ana kuvvetlerini düşman cephesinin bir kanadında ve mümkün olduğu kadar dış kanadında toplayarak, bir imha meydan muharebesi vermekti. Bunun için elverişli bulduğumuz durum, ana kuvvetlerimizi, düşmanın Afyonkarahisar yakınlarında bulunan sağ kanat grubu, güneyinde ve Akarçay ile Dumlupınar hizasına kadar olan alanlarda toplamaktı. Düşmanın en hassas ve önemli noktası orasıydı. Çabuk ve kesin sonuç almak, düşmanı bu kanadından vurmakla mümkündü.

Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, bu bakımdan gerektiği gibi bizzat incelemeler yapmışlardı. Hareket ve taarruz planımız çok önceden tespit edilmişti.

Konya’ya gelmiş olan General Townshend’in isteği üzerine, kendisiyle görüşmek için, Ankara’dan hareket ederek 23 Temmuz 1922 akşamı Batı Cephesi Karargahı’nın bulunduğu Akşehir’e gittim. Savaş planı üzerinde görüşürken Genelkurmay Başkanı’nın da katılmasını uygun bulduk. Ben, 24 Temmuzda Konya’ya gittim. 27’sinde tekrar Akşehir’e gelmişti. 27/28 Temmuz gecesi birlikte yaptığımız görüşme sonunda, tespit edilmiş olan plan gereğince taarruz etmek üzere, 15 Ağustosa kadar bütün hazırlıkların tamamlanmasına çalışmayı kararlaştırdık.

28 Temmuz 1922 günü öğleden sonra yaptırılan bir futbol maçını seyretmek bahanesiyle ordu komutanları ve bazı kolordu komutanları Akşehir’e çağrıldı. 28/29 Temmuz gecesi genel olarak komutanların taarruzla ilgili görüşlerini aldım.

30 Temmuz 1922 günü Genelkurmay Başkanı ve Batı Cephesi Komutanı ile yeniden görüşerek taarruzun şeklini ve ayrıntılarını tespit ettik. Ankara’dan çağırdığımız Milli Savunma Bakanı Kazım Paşa da 1 Ağustos 1922 öğleden sonra Akşehir’e geldi. Ordu hazırlığının tamamlanmasında Milli Savunma Bakanlığı’na düşen işler tespit edildi.

Taarruza hazırlık emri

Paylaş; başkaları da faydalansın!

Bir Yorum Yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.