ATATÜRK, düşünceleriyle, davranışlarıyla ve tavırlarıyla daima düşünce özgürlüğünün gereğini yapmaya önem vermiştir. Önem vermekle kalmamış herkesin bu konuda duyarlı olmasını da istemiştir. O, “Özgürlüklerden doğan bunalımlar ne derece
XIX. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti uluslar arası ilişkilerde sözü geçmeyen ve temsilcileri dikkate alınmayan bir ülke konumuna düşmüştü. Avrupalı büyük devletlerin İstanbul’daki elçileri bile, devletin iç işlerine karışma,
Çalışkan ve yeteneğini geliştiren insanlar, her çağda ve her toplumda emeklerinin karşılığı olarak daha refah içerisinde yaşamışlardır. Bunun böyle olması eşitsizlik değil hakkın yerine gelmesidir. Asıl eşitsizlik
Vatandaşlarına “angarya” yüklemek, halk egemenliğinin geçersiz olduğu demokrasi öncesi toplumlarda yönetimlerin çok sık başvurduğu bir uygulamaydı. Hak ve hukuk duygusunun zayıfladığı, keyfiyetin ve zorbalığın arttığı son dönemlerinde aynı
Birinci Dünya Savaşı sonunda (30 Ekim 1918 tarihinde) imzaladığı Mondros Mütarekesi’yle yenilgiyi kabul etmiş olan Osmanlı Devleti aynı zamanda bu mütarekeyle kendi geleceğini de batılı devletlerin insaf duygularına
Benim, hayatın gerçekliğine gelmeme aracılık eden, Bana, hayatın her zaman tozpembe olmadığını gösterirken Mücadelemin nasıl zaferle sonuçlanacağının yöntemlerini de öğreten, Yol göstericim – bana özel
Kurtuluş Savaşı yurdun düşmanlardan temizlenmesini sağlamış, ancak gerçek kurtuluşu sağlamamış sadece buna giden ortamı hazırlamıştır. Çünkü gerçek kurtuluş ancak ülkenin işgal gibi bir felaketi yaşamasına neden olan
“Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır.” atasözü, sevgi ve hoşgörünün insan yaşamındaki önemine işaret etmektedir. Sağlıklı toplumlarda aile ve toplum içi ilişkiler sevgi ve saygı esasına dayanır. Baskı
Her vatanın kurtuluşunun ve kuruluşunun temelinde sıkıntı, yokluk, acı, gözyaşı ve ölüm vardır. Bütün bunlara daha iyi, daha onurlu ve daha özgür bir yaşam için razı olunur.
İnsanlık tarihi Napolyon, Enver Paşa, Hitler ve Mussolini gibi birçok maceraperestin neden olduğu hazin öyküyle doludur. Öykü sahipleri, dizginleyemedikleri aşırı hırsları nedeniyle bir taraftan ellerindekini yitirmişler, diğer taraftan
Doğanın bir parçası olan insan, kendisiyle birlikte doğayı da geliştirmek sorumluluğunu taşımaktadır. Bu sorumluluğu yerine getirilebilmesi insanın kendisiyle ve doğasıyla barışık olmasıyla mümkündür. Doğaya yönelik her tahribat, insanoğlunun
XIX. yüzyıla kadar toplumların hayatında daha çok dini değerlerin belirleyici olması nedeniyle ulus bilincinin önemli bir yeri olmamıştır. Bu nedenle birçok ulus kendi dilini, inanç sisteminin doğup
Son Yorumlar